-neden votka?
-çünkü sabah işe yardıran bir baş ağrısı ile gitmeyi çok seviyorum!
-anlıyorum
-bir kere de anlama!
"ay karanlık"

atilla ilhan der ki;

söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
               ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
        zamanlar değişti
               ayrılık girdi araya
                              hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
                               elde var hüzün

o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
        kadehlerin mehtaba kaldırılması
                adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
                                       elde var hüzün
tali yol gibiyim
ana yoldan yüzmetre devam edince ilk sola dönersen
or(d)ayım
ben aslında bütün yazılarımı
sen oku diye yazıyorum
bağlaçları senin harflerinden devşirme
bütün sözcükler
senin dudaklarından dökülsün diye var
ağustostan nasibini almış
maarif takvimleri
günün özlü sözü
tarihte olanlar
tek bir yüklem bile yazsam
sana değsin diye..
-ölüm nedeni?
-yer çekimi..
pamuk gibi yaz
ayağıma düştüğünde canım acımasın..

paris o bir köpek o bir muamma

baktım ki camları açmak ya da perdeleri kapatmak işe yaramayacak ve ben uyuyamayacağım, güneş bile doğamadan ayaklandım, parka gitmeye karar verdim.. parkları severim, parkları seven insanları da severim, selçuğu mesela, edip'i ve bengi'yi de severim; yalnızlığımı da severim ki park arkadaşlarımın hiçbirini aramadan gittiğime göre yalnızlığım en çok sevdiğim şey bu aralar..
piknik çantası bile yaptım kendime.. kitabım, bitemeyen lanet defterim, kalem, bardak, sigara, gözlük, karınca engelleyici bir örtü ve taze portakal sıkma suyu ve votka. güneş batmadan içmeyi de seviyorum anlaşılan..
bugün de ne kadar kalabalık olabilir ki park? kendi bölgemi işaretleyebilirim en azından diyip yola çıktım.. bugün hava sıcak olacakmış önemsemedim, bir ağaç altı, biraz gölge halleder herşeyi nasılsa diye düşündüm..
adını bilmediğim ağacın dibine tünedim.. ve pazar günü parkçıları başladı dökülmeye.. sayıları bir anda nasıl o kadar arttı bilmiyorum.. hemen hepsinin yanlarında köpekleri! parklara gezdirilmeye gelen köpekleri sevmem, rahatça serpilemiyorum huzursuzluktan ama votka işte umursamamamı sağladı bir yerden sonra..
insanların neden yatıp kitap okuyor bu hatun günün bu saatinde diye düşünerek sadece bakmaktan vazgeçip bir de bana sormaya başlamalarının ardından "kendimi gezdiriyorum" diye lafı kestikten de sonra, kalabalığı tamamen dışsallayıp kendime dönmeyi de başarabildim..
ta ki paris gelene kadar.. ben bu parisi başka park günlerinden de tanırım. sarımtırak tüyleri, mavili kahveli gözleri, metrelerceymiş hissi varan bir dili ve bana karşı bir sempatisi var.. ve her ne kadar yeterince votka olsa da köpeklere karşı bir sevgim olmadığından etrafta gezinmesinden mutlu felan değildim..
sırıtkan sahibinin her "paris gel oğlum!" çığırtısına karşı (ki ben gördüğümde hep bir çocuk gezdiriyordu, şimdi 50lerine doğru bir kadın var yanında), diş gıcırtadarak söylenmiş bir "paris, çek git oğlum!" hırıltısı da ben çıkarttıktan sonra bana daha bir sevgiyle bakmaya başlaması da işin cabası oldu tabii.. biraz votka versem belki kafayı bulup sızar diye düşündüm başta, sonra sanırım kıyamadım ya da ölüverirse felan sahibini çekemeyeceğimi düşündüm içten içe bilmiyorum.. öyle başını okşamak gibi sevgi hareketi de yapmak istemediğimden ve köpeklerden çekinip ya da sahipleri tarafından kucaklanmak isteyip de dünyanın en tiz sesiyle çığlığı basan kadınlarla da çok dalga geçtiğimden, fondip üstüne fondip yapıp görmezden gelmeye çalıştım paris'i.. gerçi sahibinin gelip "ahahaha bayılıyor sana" diyerek sırıtması bende insansız hava sahası lütfen! hissiyatı uyandırsa da en azından kadına biraz tebessüm vermenin çekip gitmesini sağlayacağını ummadım değil..
ne kadar çabuk kaynaşmaya çalışıyor şu insanlar.. o kadar çok soruyu neden bir insan bir başkasına arka arkaya ve henüz daha bir öncekinin cevabını almamışken sormaya devam eder ki?! hiç bitmeyen ve aslında cevaplanmayan sorularla etrafımda dört dönen parisin sahibinin suratına içkimi boca etmek isteğimi de bastırdıktan sonra koyverdim gitti bende başladım sormaya.. içimde de gene bir umut sıkılacak ve gidecek diye ama yok.
her basit sorumu çocukluğundan başlayarak cevaplamakta ısrarcı olan bir zat vardı karşımda.. benim çok konuştuğumu düşünenler bir de aylin hanımı görmeliler bence.. ya aylin hanım hadi ben sarhoş oluyorum da sen ne çaktın bana bir söylesene demek kaç kere dilimi karıncalandırdı tahmin dahi edemezsiniz..
dakikalar dakikaları kovaladı, aylin hanım konuştu, ben içtim, paris bacaklarımın yanına uzandı, derin ve hızlı soluyarak başını da elimin altına soktu bir güzel, aylin hanım çantasından kek çıkardı, bende ona portakal suyu verdim, tam bir buçuk saat bu şekilde geçti.. arada bir paris kuş vıcırtısına kafasını aniden kaldırdığında yüreğim biraz hoplasa da alıştım köpeğe ne yalan söyleyeyim.. sonra o büyülü ses aylin hanımın telefonundan yükseldi ve aaa kardeşi aradı, ay açmalıydı, paris uzansındı,  uzansın tabii, nasılsa konuşmuyor benimle.. siz gidin de.. paris bile derin bir oh çekti, farkettim yahu!
artık hangi telefon şirketini zengin ettiler bilmem ama ben sayfalarca okuyana kadar aylin hanım etrafta görünmedi.. cırıltılı sesi arkalardan bir yerden geliyordu ama yakınımda değildi!
bende rahatı bulunca serildim iyice parisin yanına, paris yine kendine bir el altı ve dayanacak baldır buldu tabii, ama sessizce yattı işte bende kitabımı okudum.. o kadar da fena birşey değilmişsin sen yahu diye kendisine arada laf bile attım..
aylin hanım konuşmasını bitirip geldikten sonra patlattı bombayı, eşini almaya gidecekmiş parkın başında ki büfeden, parise biraz bakarmıymışım? ya aylin hanım, ben sabah sabah votka içen, üzerinde kayık bir tshirt, diz yapmış bir eşoftman, elliikiekrangözlükleri ve kafasında kedi oturmuş hissiyatı veren saçları olan karının tekiyim ya belli ki deliyim.. insan bırakır mı hiç bu halden anlayan, çok güzel alkol arkadaşlığı yapan, mülayim ve iri ve korkutucu ve ıssırsa kolumu koparabilir dişleri olsa da sevimli köpeği benim gibisinin yanına?? cevabımı beklemeden zaten gittiğini söylememe gerek yok sanırım.. paris bile arkasından şaşkınlıkla baktı ama sonra bana dönüp "hav" dedi.. öyle korkutmak için değil ama usulca.. sarılıp canım benim diye sevmek bile geldi içimden ama sarhoşum ya tuttum kendimi.. öyle laubali olamam daha yeni tanıştığım köpekle.. gerçi bende nasıl bir baktıysam elim o metrelerce olduğu artık kanıtlanmış olan dili tarafından boydan boya yalandı!
bir fondip daha, koydum ben de başımı yanına kapattım gözlerimi öyle dinledim parkı..
aylin hanım ve eşi ender bey gelene kadar bir huzur bir huzur.. allahtan ender bey, aylin hanım benimle yaptığı sohbeti kendisine tüm detaylarıyla anlattığından ne kadar sıkıldığını anladım bakışlarıyla geldi de, bitecek bana yönelik bu insan sesi diye sevindim bende.. nitekim on dakikalık bir sohbetin ardından gitmeye karar verdiler..
ben parkları severim, köpeklerini parklara gezdirmeye gelen insanlara nötrüm ama köpekleri sevmem..
parisin tasmasını takıp yanımdan aldıklarında da aynı düşüncedeydim hala da aynı değişen bir şey yok..
ama gitmeden başını karnıma koyup bana pek bir güzel baktı.. benim de öyle sahibim olsa bende beni severim..
hayır etkilenmedim sadece sarhoştum ve hava sıcaktı ve ben yalnız kalmaya çalışıyordum.. o yüzden giderken arka ayakları çarpık parise "hey Paris!" diye bağırdım arkasından.. hahaha türk filmi olsa koşup üzerime atlardı ve beni ölene dek yalardı muhtemelen ama hayır Paris sevgili Paris bana bakıp sadece "hav" dedi.. bende el salladım..
kendimi attım geriye, bir sigara yaktım, bulutları izlemeye başladım..
etrafta artan sayılarıyla bir sürü insan..
bir sürü köpek..
pazarları severim, votkayı ve portakal suyunu da..
Paris'in halden anlamasını da..

çöl

hiç bir iklim bu kadar karasal
olmadı
dudak çatlatan bir kuruluk
bakışlarında
çöl ıssızlığı
uykusuzluğunun izleri
kızıl kumlar
saçlarını okşamasam
da
uğuldayarak önce sesini gönderen fırtına
elinin tersiyle savuracak kumları..
o tek damla mavi
çatlamış dudağının kenarından
damlayan alaycı tebessüm..
ellerini tutsam
da
bıçak gibi bir serinlik
ezecek gün sıcağını
dikilip kapkara gecenin altında
gözlerine baksam
da
..
bu gece ay doğmayacak..
sabah serinliği
bahçedeki dut ağacı
yeni gün
uyanmayacaktım halbuki
bir kaç gün daha..
zifirden de kara
kopkoyu
yoğun

yutkun
yutkun, geçecek az kaldı

çekilecek bu
ağulu sancı
çözülecek
düşüncelerin
aklı-n geri gelecek
dayan
dayan, az kaldı

nrn

bugün kötü bir gündü

camları açık tut ama perdeleri  kapat
ağustos bitene dek
uyandırma beni

yeteri kadar

hanımelinden dokunmuş geceyi
çıkarttım üzerimden
derim-den yırtılmış
elbiseyi soyar gibi..
makyajımı perdeye
düşlerimi üzerine sildim
balkona çıktım

upuzun parmaklarından kavradım seni
başımı
sırtına
dudaklarımı hücrene çeperledim
gözbebeklerinden
doğru sevdim seni
denize kayan bakışlarını tuttum
kokunu kokuma serpiştirdim
yüzünü çevirdim
öptüm seni..
bir kaç yüzyıl öncesinden tanıdık
sesin
-kırıldı
döküldü üzerime
sesin haritadaki çıkmaz sokak gibi
mıhladı beni

sesin
ek yerlerimden parçalı bulutlu
sesin
bakışlarından buğulu

ah
yüzüne çok yakışan o sesin..

o kadar çok öpersem
sanki
sen döküleceksin dudaklarımdan
o kadar çok öpersem
sanki
sen de öpeceksin beni..

yeteri kadar beklersem
kapıdan girivereceksin

yeteri kadar beklersem
tekrar açılacak
açık hava sinemaları

yeteri kadar beklersem
bu şehrin
iç denizi yükselecek
yarıp asfaltları

ve
sen
benim
-ile'm
-kadar'ım
-dahi'm
kipsiz zamanlarım
tutkalım
olacaksın

yeteri kadar beklersem..

ne fayda

iskeletimde kurşun ağırlığı
dibine doğru kuyunun
ağır ağır
ayın ışıkları
kımıl kımıl
sessiz

yosun tutmuş
sensizlik
koyultucu
gecenin içerisine
hasretini
çözüyor
herşeydesin
inkar
tutmaz
artık
yüzüm

ben bütün evcilliklerimi sende bıraktım
oturuyorum, hiç büyümemiş içimde, ne kadar oyun varsa-hilesiz- etrafa dağılmış.. en sıcak halinden sıyrılıyor hava; daha serin bir renk takıyor üzerine, rüzgar tanıdık ama çıkartamadığım bir şarkıyı fısıldıyor, tüm şehir beni sınırlarından çıkarıyor, tutunmaya çalışmak gereksiz artık.. gitmek geldi, biliyorum, içimde yine son zamanların kıpırtısızlığı, düşünceler kaplumbağa, gözlerim tavşan, yaşadıklarım ışık tuttukça bana donup kalıyorum her neredeysem.. sesimi ciklet yapıp çiğniyorum yine bir zamanlar olduğu gibi, sonra da çay tabağının kenarına çıkartıyorum üzerinde diş izlerim.. dişlerimin izlerinde gülümsememden bir parça kalmış, ellerimle silmeye çalışıyorum.. gözümün kenarına koyuyorum, giriversin diye retinamdan ittiriyorum.. içremde bir bölge boşluğunu sayıklatıyor kendine, kulaklarımı tıkasam sırtımda bir yer acıyor; gözlerimi kapatsam ağzımda ekşi bir anı beliriyor.. -kendime-duyargasızım.. sevdiğim herşeyde eksildim ben biraz ama yaseminler ve fesleğenler ve papatyalar ve gelinciklerin her birinin rengini hatırlayabiliyorum.. caddenin orta yerinden bir nehir geçiyor, suya bırakıyorum bakışlarımı, lehimliyor su, görünen ile görmek istediklerimi birbirine.. gitmişim zaten, kalmamışım burda anlıyorum..
karşı damda bir kedi olur olmaz bana bakıyor..
kira kontratının üzerinde
kimin ismi
varsa
evin gömmedolaplarında onun
maskeleri
dursun
bu şehrin
bütün sokakları
karasal iklime çıkıyor
tanıdığım herkes
bir telaş
denize akıyor
kıpırtısız duruyorum
ellerim açık iki yana
yüksek bir yerden
bunca düşerken nasıl hiç tınılamıyor
kalbim

bu hissiyatsızlık
herşeyden daha az korkutuyor beni
kalem traşlar gibi
sıyırıyorum
gözlerimi..

ama ne bakışlarım daha sivri,
ne de rengi ela artık..
(k) üfür hayata
nefesi(n)
bir yerlerde buruşuk
atılmış
ütü tutmayan bedenin

biraz yağmur
açar kırçılları


kışa bir mevsim kaldı


ben
o hırçın ojelerin renklerinden
şehre bir pike öreyim
iyisimi..

ve kirpiklerinin hamağında
mevsim değişsin..

ayna

gözlerim ayna
sır(r)ın ardına
geç-
mekte
neyin var neyin yoksa

o ayna kır-
ık
kanatlarını iki yana açmış

girdap etrafında rüzgar çığlık
her yansıma
kendi gölgesinde esaretini
soluklanır

sokaklara köşebaşlarını
neden koydular sanıyorsun
ibrişim senin kelimelerin
ne zaman yazmaya kalksan
divan edebiyatını örseliyorsun
o yüzden anlamakta zorluk çekiyorlar seni
serbest dizin çoktan ele geçirdi
şiirleri
halbuki herkes hayatı kuralına göre oynuyor..
hayallere makyaj yapıp gerçek diye algıladığın için suçladılar seni, bakma öyle anlamamış gibi.
ardından güneşin doğduğu o tepeye bakan balkonda oturduğumuz şafaklar da sana söylemiştim.
gerçeklerle hayaller, bu sahnede tango yapamaz.

- ah zavallı aklım, sırf siyah beyaza karışabiliyor diye sende hayata karışırım sandın..
- gece trenini yakalayabiliriz hala, arka yoldan gidersek..
- yorgunsun, biraz uyu şimdi.
- dans da ederiz di mi?
- elbette..

on iki

bak benim canım
sıkılıyor
en çok da saat böyle on ikiyi biraz geçe
ya da
sokaktan tamirat sesi geldiğinde..

ama umursamıyorum,
gelip geçiren şeyler bunlar.

alt tarafı
bir tutam huzursuzluk yoğurursun
sevda kıvamına gelene dek

diyelim ki olmadı,
duramadı yan yana
rakı ile kavun bile
şehir şebekesi on iki saattir grevde
veya
gecenin en yüksek sıcaklığına
küfür etmek gibi bir adeti var
etraftakilerin

farketmez..


uçak seferlerinde ki aksama
gibiyiz
on iki dakikadan fazla sürmezsek
rötar sayılmıyoruz..

dandelion

püff..
uçuşacağına
kırılırsa
anlarsın
ancak
bunun
nemenen
bir asit
buğulama olduğunu

cevap

cüretkar nefesini
sokağa salsan
kış geldi sanacaklar

içinden geleni
ardına koyma

ben elimin tersiyle
tekrar
yaz-ı,
yazı
getiririm!

kilit

üzerimden ağustos geçiyor

saksıda
kurumuş toprak gibiyim

kim söylediyse
yanlış söylemiş

kemiklerim
beyaz değil benim

çilingiri geri gönder
anahtar işlemiyor bana
içeriden kilitliyim
neden yemeği
ocakta unutmuş
gibi
yüreğim?

iguana*

artık tırnaklarım
tutunamıyor parmaklarıma
sesim kuruyup çıkıyor
gırtlağımdan
gözbebeklerim saklanıyor
retinamın arkasına

yer çekimi yen çekimi
saçlarımda
kafam acıyor

düş kapaklarım
büküldü bükülecek
yığılacağım sanki
olduğum yere

yatakta dağılmış çarşaf
perdede anlamsız kırışıklık
pencerede kurumuş yağmur
ipleri
giriş yok odamdan içeri
bir yetimliğim eksikti..

kaldırımlar çekiyor beni
uzanıp uyumak istiyorum
yeraltına sızsın bedenim
herşey eğreti duruyor

(h)iç
bir şey kalmadı artık
sadece se(n)(s)sizlik..


*bengi'dir isim annesi*

otel

geçenlerde bahsettiğin
otelin
adı fiyaka olsun
yıldızları kaya kaya bitmiş

anayurt oteline gönderme de yapmış olursun..

koridorlarda siyah beyaz fotoğraflar
resepsiyonda sen
bende gelirim
sürekli aynı odaya,
döne döne yukarıya çıkar merdivenler..

hepi topu beş kat,
her katta üç oda,
kutu-odalara sığışmış dünyalar,
evire çevire
koyulan hayatlar..

sen karşılarına geçip bakarsın,
elinde alaycı kalem,
başında düşüncenin
binbiri..
yazarsın..

ben anahtarı kapının üzerinde bırakıp
çıkarım..

dış cephedeki
derin çatlak gibi
karanlık
ve anlamsız
ve tahammülfersa
bir yalnızlık sararsa içimizi
aman be der
hepi topu beş kat çıkıp,
yukarıdan dikizleriz denizi..

30

zaman işte geçiyor
fındığın mevsimi belli,
kavunun,
buğdayın,
fesleğenin..
krizantemler ne zaman açar,
cemre ne zaman düşer denize belli..

her geçen günle birlikte
biraz daha hayat akıyor içine,
gözlerin her zamankinden daha güzel bakıyor,
çoğalıyorsun yaşadıklarınla birlikte,
en güzel halin hep son halin oluyor bende..
evet belki gençlik çekiliyor ama
olgunluğun başlıyor işte
daha bir naif, daha bir ekabir,
adımların değişti,
sesin daha ılık,
elin pantolon cebine emanet hala,
rakı dudaklarında damıtılıyor da,
30 yaşın aydınlatıyor gülümsemeni..
öylece oturuyorsun karşıda,
bakmaya doyamadığım,
yanına varamadığım,
en güzel halinle..

haydi huzurlu ve mutlu yaslan arkana şimdi
kendinle
gurur duyma vaktin geldi..
herşey değişiyor elbette ama
bazı şeylerin zamanı belli..

nrn

“sen dediydin . . . rüzgar gençtir, rüzgar hayattır diye”

ben demedim.. ben hiçbirinize, hiç kimsenize dokunmadım; siz dediniz, siz dokundunuz.. sen ışıksın, sen rüzgarsın, şavkın vurur, nefesin titretir, anlamın vardır, çoksundur, baktın mı ela ela dağılır sessizliğin diye siz dediniz; ben demedim.. ben dokunmadım hiçbirinize…
hepiniz hayatıma dönüp baktınız, bakıp dokundunuz; yeri geldi, canınız çekti, bırakıp gittiniz, yeri geldi, ihitiyacınız vardı, zamk gibi yapıştınız, ben durdum.. ben durdum…
şimdi bana hayır sen hiç durmadın, an o andır şimdi duracaksın diyorsunuz. . . şaşırıyorum…
ben sırf güdülerimle hayatımın adımlarını yürürken, ne olmuş ne olmamış, hangi rengine boyanmış dünya sizlerin bakmazken; bana dediniz ki gri olacaksın… oldum… bana dediniz ki mavisin, oldum… bana dediniz ki haki, oldum… rengim elaydı, çaktırmadım… belki şimdi patladım… ama hala sizin alaca bulaca dünyanızın merkezinde olmaktan muzdaribim…
hepinizi, herbirinizi, tek tek sevmekten ama sevmeme boyunduruğunda güdülmekten yorgunum…
zaten çok yorgunum…

mememden süt gelse, kızımla birlikte emecek kadar acemi bir yorgunlukta, kurgusu reklamcılara has bir karede, tek başıma, alkol kokan nefesimin içerisinde solgunum ama parlamak benim genlerimde var!… bembeyaz tenimin, en beyaz duruşu sararırken, ömrümün örümcek ağlarından bezgin ve kurtulmak için ille de gezgin olmam gerektiğinin bilincinde, sek sek oynuyorum… taş da benim, çizgilerde, o karelerde, seken o adımlarda benim…
siz hayatı yaşadınız… bana şeklini bıraktınız…
ben demedim, siz dediniz…
bana dokunmayaydınız…
hiçbiriniz..
hepiniz..
her biriniz…
ben size
yeterdim…

antre

aynalar
antre boyunca sağlı sollu aynalar
üzerlerinden saçlarım geçiyor
yüzüm geçiyor
bacaklarım geçiyor
dönüp baktıkça
yalnızım
ama biri elimden tutuyor
kafam birinde hapis
bedenim bir diğerinde
avuçlarımı ilki almış
parmaklarım ikincisinde
hiç birinde bütünlenemiyorum
suretim yalnız
ama saçlarımı biri okşuyor
gülümsemem birine asılı
kirpiklerim ötekinde


sırtımda ki gamzede parmak izin duruyor

celladın maskesini giymişsin
cinayetine kurban gidiyorum
bu gizem niye?
aynalarda bile saklanmışsın
ben senin ciğerini biliyorum
nefesini tutsan ne?

canım da sıkılmıyor artık
sadece oksijensizlik
kırmaya başlasam hepsini
ellerim kanayacak
kanımda ki havayı
çekebilmek için
kendimi kanatmama değer mi?
boşluk büyüyor içimde
herşeyi kaplayarak hemde
cetveli koyup
düz çizgi bir çizgi çizmeye çalışsam
çatallanıyor herşey
daire çizmek istesem
tepemden yumruğu yiyip
elips oluyorum..

hikaye ..

kriokyan'dı adı
en müslüman mahallenin ermeni papazı
binalar arasına sıkışmış kilisesi
arkası berber dükkanı,
en sinek kaydı traşların mekanı..
mahallenin imamı, muhtarı, bütün bıçkın delikanlıları,
babaları, haraççıları, hapçıları,
alkolikleri, her mesleğin adamları
kriokyan'ın arkadaşı..

kilisenin önünde içilir sabah çayları,

berbere girmenin tek yolu
minberin arkası
ama kimsenin
dert ettiği yok
kiliseden geçmeyi
o zamanlar herkesin birbirini kabul ettiği zamanlardı..

kriokyan efendinin güneşten güzel tek kızı
eleni,
savura savura eteklerini
öğlen yemeğini babasına taşırdı..
o zaman düştü denir kemalin kalbi
ayaklarına eleni'nin,
kemal imamın oğlu,
mahalle bakkalı..

ne zaman girse eleni bakkaldan içeri
kemal'in elinde ayağı
dili tutuk
nefesi kesik..
sadece alaycı bir tebessüm eleni'nin dudaklarında
kemal'in adı..

imam ile papazın öğleden sonra konuşmalarının
hepsi
bu iki gence kaymıştı..
hiç kimsenin haberin olmadı
ta ki gidene kadar imam ile karısı
kriokyan'ın iki katlı evine..

herkesin olur'u vardı da
bir eleni evliliğe yanaşmadı
kemal'in
içinde kaynadı acı
boğazını, gözlerini, gözbebeklerini yaktı
tek kelime etmedi
olsun'dan başka..

kriokyan'dı adı
en müslüman mahallenin
ermeni papazı..
kızına da kızamadı,
kemal'e acıdı..

kimse lafını etmedi,
kimse kimseyle bu konuyu konuşmadı..

kriokyan'ın cenazesi
bir sabah ezanıyla kilisesinden kalktı
bütün mahalle geldi cenazeye..
kemal tuttu eleni'nin elini,
eleni sakladı başını bu kendini seven omuzlara,
ağladı, ağladı, ağladı..

sonra bıraktı mahalleyi gitti başka topraklara..
kiliseye kemal baktı..

yüz

solgun
yüzüne renk vereceğini
bilsem
eski boyalarımı çıkarırım girdikleri delikten...
evi de boyarım, sokağı da boyarım, geceyi de boyarım,
deniz bile boyarım şehre,
güneşi de istediğin renge..
dudaklarımı da boyarım,
gözlerimi de boyarım,
sesimi de boyarım gerekirse..
gülümse diye..
yanaklarını boyarım,
ellerini boyarım
kemiklerini de..

yüzüne renk geleceğini bilsem
yüzümü yüzer
yüzüne koyarım..
yaz hadi
cesaretin varsa
tek bir
kelime yaz
hadi!

bugün

bir yerlerde kediler çiftleşsin
lakerdalar yensin
trafik lambaları
-na aldırış edilmesin
bir yerlerde martılara ekmek atılsın
iyot kokusu gelsin denizden
buram buram

hiç kimse yalan söylemesin
bize kalsın bütün yalanlar

ben inanırım

hikayeleri bugün sen anlat
ben dinleyeyim
ben anlatayım
sen umur-sa

avuçlarım terliyor
suyum bitti
ağzım kupkuru
gözlerim önceden nemli

iyisi mi bırakalım

ilk yalanı
bir başkası söyledi..
karpuz yiyelim mi
karpuz mu yiyelim
ağır mı gelir?

bir güne kaç kilo düşer karpuz?

çay

etrafından dolanıyorum
gece kifayetsiz iniyor şehre
biz en iyi
aynı zamirler üzerinden giriyoruz cümleye
bir yerlerde hep aynı
kafiye

hangi
toprak verimsiz kalır ki
yağmurunda senin?

çenem acıyor
çaya kıtlama yapar gibi
hayata kattığım için seni..
tren garlarında yatıp
kalkan
düşlerimin üzerinden
otoban geçirdi-ler
-n sen
temmuz'u da yedi-ler
-n sen...
sizin iyi dediğiniz hikayeler
benim ruhumda lekeler
bırakıyor
ellerim titremiyor benim
dil kendini hapsetmiş
çıkmıyor

karanlıkta değil
kalabalıkta

ya nasıl oluyor da
hiç kimse
içimi göremiyor?

bari karpuz çekirdeklerini ayıklayalım
bugün damların üzerinde kedileri göremeyebiliriz.

bir şarkı dinlerken-

ben o dolaba girip
klostrofobim geçene kadar
karanlıkta otururum
da
sen geçene kadar
gireceğim bir yer
bulamıyorum
bu defteri de hiç sevmiyorum

bütün gece uyursam
geçer
mi
bu güneş kadar eski acı..?
senin isterse naifliğinin orta yerinde ateş dursun, o çok sevdiğin faruk amcan otursun gene de farketmez! bu karanlık bildiğimiz karanlıklara benzemiyor farfara. Bu karanlık inkar ile gerçek! ve hiçbir inkar daha esrik olmadı şimdiye dek yaşadıklarımızdan... durup baktığımız her yer aynı sokağa çıkıyor; bitiminde sarhoşuz. canımın içinde en büyük yalan son yazdığımla sınırlı. en iyi bildiğim hikaye boyalı kuş, bundan başlamazsam başlayamam ben..
şimdi burada kağıdı öpüyorsa kalem bildiğimiz bütün şarkılar aynı anda çalıyor da ondan.
bir adada oturmuşuz. sen varsın, o var, bir de öteki, bir de ben varım, bir de kalabalık. Alabildiğine yığın yığın kalabalık. Yalnızız da halbuki bizim dilimizden kimse anlamıyor çünkü. Biz de keza yabancısıyız seslerin ama en çok oturuşların ve yüzlerin. Bu oturuşlar bizim oralardakilere hiç benzemiyor..
çocukluğumuza da inemeyiz fakat bekleyebiliriz tanıdık bir nida çıkacak diye kalabalıktan. yığıntıların arasındaki o daracık boşluktan başlayabiliriz de yazmaya.. adını hikaye koyarız; riyakar derler ardımızdan. olsun dokunmaz bize. zaten bize dokunmaz kendi tenimizden başka hiç bir rüya..
zaten umut dahi yokmuş dilek şart kipi olsa da.. durduğumuz yerde aslında asılıymış hayaller gibi anaerkilliğimiz de ve yazmaya başlamak için içmeyi bırakanlarda var imiş, rivayet bu ya! o zaman hadi herşeyi yakalım. kime ne değil mi yangın çıkmış, evi üzerine kitleyip gömme dolaplarınla kaçmışsın, kime ne?
sonra mesela o en bilfik sokağın aslında son evinde oturuyormuş aradığın zat ve ben en çok yırtabilirmişim defterimin sayfalarını.
ya bunlarboş, bunlar safsata, herşeye baştan başlayalım farfara. bu acıyı da gömelim, bu yalanı da söylemeyelim. ki bu kendimle hesabım benim sen ancak kdv'sin.
çok yanıyor canım ve hiçbiri sana anlattıklarımla alakalı değil! sana anlattıklarım öylesine ben kendimi örtüyorum. isterse herkes sevsin pitonları, ben sevmiyorum. çünkü kuzu yiyebiliyor onlar ve ben kuzuları da sevmiyorum.
imkanı olanda imkansız kalanda, herşey ama herşey kendi zamanıyla sınırlı, bunu biliyorum.
neden kendi kendime seninle konuşuyorum? öznelerle çoğaltıp zamirlerle indirgiyorum?
ve hangi zaman kipiydi türkçe de sığan diğer zamanın içine? sen demiştin. ben vardım, o vardı, sen vardın. söylesene. çemkiriyorsakta bir nedeni var değil mi ya?
sivrisineklere de söyle benden uzak dursunlar ama ben senden uzak durmam, seninle beslenirim. hoşt desen de umursamam, kışt desen de.. o yüzden başlayabileceksem kendi kanımdan başlarım.
bir çatal aortumda 4 bıçak gibidir. deler, ölmem; güler, geçer; en fazla kelimeye dökerim. akar, akar, akar kan. yüzünü dahi bilmediğim adamlar ardımdan ağlar ben en fazla yara bandının yapışkanını çatalizlerine değdirmemeyi başarabilirim. ki benim kanım çatal üzerinde iz bırakmaz. bilirim.
çünkü ben bir hikaye duymuştum, kanının sesini duyan bir kadınla ilgili.. bir sabah uyandığında kendini o sese veren bir kadın ile ilgili...
ve ben kadın bile değil iken kanımın sesini duyabiliyorsam bu nemenen bir şeydir?
ya ben çok içemedim ya sen okumayı unuttun!
bak sana ne diyeceğim..
guaj boyaları alıp asfalta sıkalım mı? postmodern der üzerinden araba geçerse ağlarız.
sokak kenarında lastik yakalım mı? soran olursa bir şeylere inandığımızı iddaa ederiz.
cümlenin ilk harflerini değil son harflerini büyük yazalım mI? türk dil kurumunda yasaklılar listesine gireriz.
yaşanılanı diyorum farfara tarihçiler yazsın, ben kurgularla takılacağım
ki zaten niye ben gidiyorum tüm şehir gitsin!
gerekirse sen de git umurumda sanki
balkona ölü kuşlar doluşmuş onları umursamamışım daha ne diyeyim ki?
olmadı ben de gelirim seninle, ne demeye yamandıysam kendimi senin defterlerine, evine bile..
ya bari kitap yazalım, rakı da içiyoruz
benim de zaten işim var
seni mi düşüneceğim..
sana pit
bana bul
havladın madem ıssır
yazmazsan
ölemeyesin

sen de

sen-deleyebilirim
bırak düşeyim
ağzım burnum kan içinde kalsın
dizlerimde gözlerim büyüklüğünde yaralar
yandan geçen araba üzerime çamur sıçratsın
uzatma elini
bırak kalayım
öylece

gülenler olursa edepsizce
işinize bakın işinize
de
sadece

gerisini
bana
bırak
kanı da
çamuru da silmek için
peçetem var benim
kalkmaya da mecalim

ölümü de yendik

dize getirdik ölümü
dört atlısı
ondörtnala
üzerimize geldiler de

gözlerimizi
bir an
bedenimizi
bir milim
çekmedik

taş gibi durduk
taş gibi durgun

gümüşi parladı gece üzerimizde
korkumuzu gömdük
tutunduk
her şeyimizle
elimizle, dilimizle, kalemimizle, şarkımızla, nefsimizle,

tutunduk güneşe, buluta
tutunduk ağaca, yaprağa
tutunduk göğe, denize
tutunduk toğrağa, tohuma
tutunduk sevdamıza
tutunduk kendimize
dimdik durduk

parladı hayat
içerimizde yandı ateş
etrafımızda dolandı hava
ayağımıza değdi su
toprak yeşertti tohumunu

ölümü de yendik
vardık yaşamın kıyısına
bir kez daha!

nrn'

affet

affet! diye bağırıyorum
sesim çarpıyor
rüzgar sesim
ağaçta yapraklar
kıpırdıyor

affet! diye bağırıyorum
dağlarda yankı
-yor sesim
ciğerim yanıyor
nefesim duman
etraf kül

affet! diye bağırıyorum
ay umursamaz
kızıl kızıl bakıyor
ışığı yalıyor sesimi
nefesim yakamoz
deniz de dalga

affet! diye bağırıyorum
af çıkart bana
müebbet fazla

affet! diye bağırıyorum
herşey susuyor
dünya sesim
bir senin kulakların sağır
insaf-sız da değilsin
infaz-cısın da diyemem

nefesim duman
nefesim yakamoz
sesim çözülüyor nefesimde
göğsümün içinden
fırladı fırlayacak kalbim

affet! diye bağırıyorum
gardenyalar
tozuyor
taşıyorlar dileğimi
nefesim çiçek
nefesim açıyor evinin önünde
yaz bitene
dek
affet! beni diye bağırıyorum

karşı ki dağların ardındasın
sen de
o ay gibi*
umarsızsın haklısın
varsın olsun
ne yapalım..
nefesim sus
yutuyor sesimi
uykusuzum yatıyorum...
affet.. beni..

nrn'

*editorial

sakın söyleme

şişş bak kimseye
söyleme ama
Can Yücel bugün
benimle içmeye geldi
gayet ölüydü
ben bir şey demedim

morali bozulmasın diye...

telkari ustası

gümüş ipliklerle
ilmek ilmek
işliyorum
sen diye diye
yorganımı
üzerime ağırlığınca
örttüğümde
varsayacağım ki
sana sarılmışım
ah sevdalandığım
her nakışta
biraz daha
artıyor hasretin

ben herşeyi hallettim de
şu hasretini
yenemedim...

nrn'

şehir

sana çıt desem
kırılırsın
çat desem
ölü
(sün)..!
halbuki koskoca bir
şehir
gözlerinde
oturur senin
(de
  bana mısın demezsin)

geri

geri geldim,
ankarayı özlemiş miyim bilmiyorum,
odamı özlemişim..
bilgisayarımı özlememişim ama etrafımda olmasından şikayetçi değilim..
okumayı özlemişim dersem kütüphane tepeme yığılır; yemedim, içmedim, okudum sanki.. yol demedim, hastane demedim, gürültü demedim okudum,
ama bazı insanları matbu bulamadığımdan onları okumayı özlemişim..
yazdım mı, yazdım ama ara sıra.. zaten aralandıkça yazmak daha iyi; sıralandıkça da konuşmak iyi oluyor bir yaştan sonra..
en fazla 3 şey belirdi bu süre zarfında kafamda aynı anda..
zor olan günleri atlatırken aklımda ve yanımda en fazla 3 insan vardı,
hiç değişmedim ama daha sakinim diye hissediyorum.
ağzıma bir damla içki koymadım desem yalan fakat ilk kez bu kadar uzak durdum meretten..
dinlendim mi? muhtemelen pek değil ama
olsun
tebdili mekan ferahlığı kaldı ağzımda..
ama hastaneler her yerde aynı onu bir kere daha anladım...
dünyanın ve ülkemin bu kadar farklı şehirlerinde hastaneleri görmeden çok önce akıl edeydim master programımı ona göre seçerdim..
klasik tatil anlayışım; "mümkünse çıplak ayakla dolaş"tır fakat bu sefer bu pek gerçekleşemedi, allahtan artık serumlar şişelerde değil plastik kaplarda yoksa ayaklarımda cam kesikleriyle dolaşmak zorunda kalacaktım.. ilk günün ardından çorapsızgiyilebilenkapalı ayakkabılara döndüm!
antalya'nın doktorları da komik bunu anladım..
hastane odası 3 kişilikti toplamda 6 ila 9 arasında değişen refakatçilerle sayı iki haneli rakamlara ulaşıyordu.. bir hasta gülmekten dikişlerim atacak kızım sus azıcık dediğinde keşke onu dikkate alsaymışım, etraf kan revan içerisinde kaldı..
herşey yoluna girince vardım deniz kıyısına..
sonrasında
 deniz bir karaya değer elbet ben sonsuz
 gökyüzü dünyanın dış yüzeyi ile sabit ben sonsuz
 ben sonsuz amma kum taneleri de sonsuz..
sonra da
işte
geri geldim...