sevgilim olmayan sevgili

ayazda kaldım titriyorum
bakma duruyorum sağlam
değil işin aslı;
o değil..
kediler bile bir yerlere kaçışmış,
şehir bile 
çoktan terketmiş 
kendini..
piç gibi duruyor haritanın ortasında!

sende durduğum gibi duruyor
neden?
neden bu 18.yy tiratlarından bozma kelimeler?

çünkü
her kapıyı aynı anahtar açıyor şehirde
çünkü
bana sen varsın
çünkü ben sana dönüyorum yüzümü hergün biraz daha
çünkü sen
aslında beni hiç kandırmıyorsun
çünkü şehrin gidecek başka yeri yok!
çünkü
köşeyi döndükten sonrası deniz değil
...
çünkü zamanın ellerine benzedi ellerin,
üzerimde hükmü var!

çünkü ayaz var üşüyorum
bir tek sen ısıtabiliyorsun beni...

ay karanlık

Maviye

Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...

İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...

...
bırak
akı-
versin
içinden
bütün sessizliğin
sonra mı
sonra güleceğiz
sevgilim..

seni uğurlarım

--- seni uğurlamanın şiirini yazacağım ---

kabul

neresinden bakarsan bak,
eni konu bir geç kalmışlık var
aramızda..

aralasak da kendimizi bir parça
fayda etmez..
biz iyisi mi tarifeli uçağın hava şartlarından dolayı kalkamayacağını
şimdiden kabul edelim..

kendime mektup-2

düğüm düğüm bir sessizliğin içinde koşturup duran düşünceler, 
kışa kaç adım kaldı ki? hiç, 
uzansak tutacağız,  ellerimiz buz kesti çoktan..
özledik,
çocukluğumuzdan arttırılmış umutlar
kırılmış ışığın koynunda ve
bir yandan oynadığımız tüm oyunların büyükler için versiyonları saçılmış etrafımıza..
herkes biliyor,
herkes görüyor,
herkes anlıyor;
paspasların altına bırakılsın bütün anahtarlar!

bu nemenen bir yalnızlık gelip de duruveren karşımda,
öylesine,
usulca dokunuyor rüzgardan nasibini almış saçlarıma...
yakındır;
ömrümüzün en yakıcı ayazının kapısında
en iyi bildiğimiz uğraşılara döneceğiz yavaş yavaş..
sen sana,
ben de sana..

kendime mektup-


Özleyebilirim kuvvetle muhtemel
Gözlerimi
Kediliğimi ve ellerimi
..
kendine mektuplar yaz dedi bir arkadaşım.. hatırlarsın böylece tekrar.. doğru dedi.. bundan sonrası kendime mektuplar...
bana bir kere hadi desen hiçbir şey almadan gelirim, sadece yanında durmak için bile gelirim..
bugün diyorum
güneşin kalan hükmü kadar
sevsen beni...
binlerce kilometreden geldim
sana gelmişim,
seni görünce bildim...

can cana cam cama mektup

sevgili arkadaşım, sevgili sevgilim; sevgili herbirşeyden biraz herşeyim;
mevsimden yana serzenişlerim var ve fakat hala biraz yüzünü gösteriyor bize o son bahar.. ne kadar da ılık bir gündü bu gün misal..
yapraklarından arınmış ağaçlar vardı ve fakat güneş;
karşısında serilebilene sıcaklığını hiç tereddütsüz sunuyordu bir yandan..
ne çok kahkaha, ne çok içten kopan kahkaha yaydım,
etrafta olan bitenin bütün çuvaldızlarına rağmen inanabildim bugüne..
sanki hangi kapıyı çalsam açılacak,
sanki şirazemizi kaydıran her bir ayrıntıyı tekellül ediyor an... ve tekkerrürden ibaret değil yaşanan...
ve bugün her şey süt liman...
ki
kışı hangimiz sevdik ki? eni konu kaç kişiyiz zaten anlayan?
bana dünyanın en güzel tınılarını dinlettin,
sırf bunun için bile sevebilirim seni...
bugün en anlamsız cümleleri de kursan
dinleyeceğim seni..
her gün ki gibi bir gün
ve fakat
artık 20li yaşları geçtim
gözlerim de geçti
ama mutlu muyum?..
evet..
hiç mi hiç yakışmadı
ne dokusu ne ilmeği hiç bir şeyi mi uymadı..
bu kadareğreti durmasaydı iyiydi ama
ne göğsü, ne beli oturmadı..

şimdi üzerinden silmek zorunda olduğum o kadar parmak izinin ardından
durup baksam ne gökyüzüne?
beraber hiç duramamışız ki
durup dokunsam ne tenine?

yürüdün mü yürüdüğün tüm o yolları kendinle
kendine bir başına?
yanında elini tutmadan hiç biri
hiç bir kimsenin
hiç bir sesi?
yürüdün mü, sığınmaksızın kendine bile?
sadece yürüdün mü?
yarın ne
ben neyim
ben kimim
bile demeksizin
salt kendine kendi benliğine...
hayır yürümedin, hayır ben de yürümedim..
ama ikimizde yürümüşüz işte kendimizce..
bırakalım, dursun..

şimdi bütün bildiğimiz cümleler aynı ağır aksak eylemlere varıyor
dur diyor bir yanımız
bir yanımız yan diyor..
buradan göçüp giden kuşları da
görmek istemiyorum artık
kahveden kızıla renkleriyle dökülen yaprakları da
bu şehri de..
yok sevgili
ben de artık hiç bir şey yok
olan sadece sesinin dağıldığı odalarda
gülümsediğini hatırladığım yüzüm
nurun!
hiç bir şey mi öğrenmedin
yaşadıklarından
defterlerini kaplamayı bile öğrenmiştin hal- bu - ki
ben olayım bu kapıdan ilk çıkan
hem de oyalanmayayım gözlerinde ki kediyle
hemen çıkayım..

yorgun

yorgunum
inan bana çok yorgunum..

güneş bulutların arkasında
camların ötesinde şehir
bu griliği çöz diye bakıyorum gözlerine
sen gözlerini kaçırıyorsun...

dedim ya git...
git
ayak izlerini yürüyerek git...
nerdesin
sonbaharı aralayıp güneş bile açtı..
sen nerdesin?
sen benim hakkımda hiç birşey bilmiyorsun
bu rüzgar beni nasıl kesiyor
bilmiyorsun..
griden bozdum gökyüzünü bugün
bir damla mavi bulabilene aşkolsun
yağmurdan geçirdim elimde ne varsa
önüne koydum
basma üzerine
unuttum yazmaya yazmaya
adım neydi unuttum..

bu çok iyi bildiğimiz bir hikaye

adının ne olduğu
-en fazla-
harf sırasına göre yerini değiştirir; gerisi aynı...

sen;
yağmur yağmadan az evvel gel
ben demeden gel
gözlerine bakmadan inmesin gök yere..

kendinden alacalı sesinle
oku bana sevdiğim bir hikayeyi

ve
biraz büyü artık..

çünkü bu çok iyi bildiğimiz bir hikaye..
benden dedin
benden sıkılacaksın
senden dedim
sen
yazacağım..
sana demiştim bir adım önce ya da bir adım sonra
herkes kendi tanrısının katilidir aslında..
ödeyemediğin kira borcunun arkasına saklanmıştır herşey
ve
ankara gridir..
koyu gri..
kapımın zilini çalma sakın..
çalma sakın..
arayıp durduğum o kelime nedir acaba?
bu örtü üzerimizden ne zaman kalkar farfara?
vurayım bıçağın
hem de kör tarafını
vurayım
sağ tarafından boynumun
atardamarımın tam ortasından..
aksın dökülsün kanım
kolum üzerinden parmaklarıma
parmaklarımdan halıya..
susayım ağlarken gözlerim susayım sesime hasret kalsın duvarlar
durayım
çömeldiğim yerde kendime tutunarak durayım
herşey herşey herkes sussun..
sussun
tutunduğum dal kırılmasın benimle dursun..

olmaz mı?

bu şehrin kapılarının hepsini çalarım gerekirse

bırakın olsun..

bir tutunayım ben,
o dal dursun..

gelir misin

biliyorum ben buraları
köşeden nasıl dönülür, nereye çıkar bir sonra ki ara sokak
biliyorum..
nasıl nefes alırsın sen
maviye ne katarsam yeşile çalar ardımda ki dağlar
biliyorum
nasıl bakarsın sen
yağmur nasıl yağar rüzgar batıdan ağrı esiyorsa
biliyorum..
başını nasıl da yana doğru döndürürsün sevdiğin bir melodi çaldığında
ya da sokak lambaları kaç civarı yanar bu şehirde
biliyorum..
biliyorum içimde bir yerlerde
bunca karmaşaya rağmen
bir sakinlik
seni çağırır sürekli biliyorum..
bilmediğim ne zaman gelirsin

gelir misin..?

en çok

seni bensiz bırakmak zorunda kalmak yaralıyor beni
yoksa düşmüşüm dizim kanamış
kırmızı da araba çarpmış
hesabı çıkartamamışım
son otobüsü kaçırmışım
hava soğukmuş, er gelmiş ayaz
önemli değil..
seni bensiz bırakmak koyuyor,
gerisi hikaye...
yazı(n) içerisinden çekip aldın beni
ceketimi at bari omzuma
üşüyorum
havalar serinledi
gözlerimi kapamadan önce söndür ışıkları
şehrin sesi dağılsın evin içinde
uzaktan gelen bir sarhoş nidasına karışsın
kilitlenen kapıların tıngırdıtaları..
yağmur başlamadan kapatma pencereleri
ilk serinliği gelip değsin yüzüme bir kez daha..
sonrası sonrası
bir başka hikaye..
sana söyleyip isteyip de söyleyemediğim
hiç bir şey kalmadı...
ne tuhaf, gitttin galiba..

ev

üzerinden kayıp giden su damlaları
ışığı kırarken sırtımda
tenimde bir kesik
aynı şarkının nakaratında kanıyor..
ben
aklımı
önüme koydum
kalbimi gerime..
yeşilin içinden yürüdüm maviye
gözlerimi alacasına diktim o önümüzde uzanan çirkin bozkırın..
adının ne olduğu önemli değil şehirlerin
bir ucundan diğerine
kaç adımda gittiğindir mesele
ve mesele
hissedebilmektir kendini evinde..
ben kendimi sende evimde hissettim,
bütün şehirlerin adı senin adın
senin adın bütünil sınır tabelaları...
ondandır
köküm olmamasına rağmen kendimi tutturabilmem bu toprağa...

ben nereye gitsem
evimdeyim aslında...
derinden gelir
derini deler..

yazık


Çünkü kırılıp dökülen aynanın sırrından sızan nazarda saklıyoruz her şeyi
Bir el değimişlik ki kendi içerisi karman çorman
O kadar dudak ne kadarını öpmez ki senin
Kalan yerlerle yetinebilmek için
İşlenebilir olman lazım eşittir-in ardından
Yıkılan duvarın yanı başında ki apartmandan hatırlamalısın en çok
Nasıl da kendini sevdiğini
Hatta yalnız kendini sevdiğini
Sadece kendini sevebildiğini

İlk otostop çekenler son varanlardır aslında

Şehrin içerisinde kendinden yamalı bir meydan
Meydanın ortasında kendini çağırıp duran bir deli
Delinin ellerinde bahçelerden aşırılmış elmalar
Elmanın yüzeyinden dudakların gibi kırmızı bir kabuk
Kabuğun içerisinde yazıdan saklanmış duygular
Duyguların arasında bir başlayıp bir biten o aynı melodi
Elma kabuğu dudaklarından yayılan belli belirsiz bir ıslık
Sakladığımız tüm nazarları o ıslığa ulaşabilmek için çatlatıyoruz
Çatlatıyoruz maviboyalıtaşınüzerindekisarıbeyazgözbebeğini
Gözlerimizi mavinin içerisinde süzüyoruz
Deniz de miyiz yoksa?
Burası o deniz mi? O ikimizin de çok iyi bildiği deniz mi? Hani kıyısında senin oturduğun, adının oturduğu deniz mi?
Ve aslında yerden yönden her yerden her yönden sana esse de bu rüzgar;
sen estiği hiç bir yerin içinde değilsin ki..

arada--

banliyö treninin ilk durağı ve son durağı arasında seviyorum seni en çok
insanlar işlerine yetişmeye çalışırken
memlekette birşeyler gene ters giderken
maaşım ay ortasında bitmişken
ve
yağmur şehri temizlerken..
ama en çok umut ederken..

hanginiz katilim hiç bir zaman öğrenemeyceğim..

bir an

            gelecek kızılımsı bir gün batımına nazır tepede
öpmek isteyeceğim seni dudaklarından
sarılmak isteyeceğim sana biraz ürperip
gözlerinde ki yegane yansıma olsun isteyeceğim
elasında bile sana vurgun birşeyler olan bakışlarım

bir an gelecek yağmurdan hemen önce kararmaya yüz tutmuş göğe açılan pencerelerin ardında
ellerini tutmak isteyeceğim
sımsıkı
sanki bataklığın içine çekiliyormuşum da
tek umarım senmişsincesine

bir an gelecek daha az önce ayrılmış bile olsam senden
koşup varmak isteyeceğim yanına
varıp durmak
sadece durmak isteyeceğim yanında
isteyeceğim ki içimde ki bütün iklimler senin yarım kürenden geçsin

bir an gelecek
en derin sessizliğimi gömmek isteyeceğim boynuna
saatler kokunda değişsin
günler haftalar aylar yıllar
sesinin tınısında yaşansın
yanyana
bir an gelecek  hep isteyeceğim seni aralıksız
biliyorum..

işte o an geldiğinde
sen
kayıtsızlığını sürersen varlığıma
canım da çıkan yangın
hektarlarca alan yakacak içerimde
o an geldiğinde
su diye inlediğim de dönüp bamayacaksın belki de

o yüzden bırak beni bırak şimdi gidebiliyorken gideyim

sen piyano
hiç çalma bana...
öyle yorgunum ki
yaprak olsam
dökülemem bile...
halbuki mevsim bahar, hem de son..

göz

gözümün içerisinden akıp gitti
adına
bahar dediğiniz koskoca bir yağmur..
gözlerinde bir kedi yaşıyor senin
gözyaşı yerlerinden çekilmiş içine doğru
ağırdan bakıyor bana
ağırdan geziniyor vücudumda
umu
demiştim ya sana
umu-yorum işte
azıcık rakıdan
azıcık bu şehre değen sonbahardan
azıcık da
azlığından mustaribim...
gözlerinde bir kedi yaşıyor senin..
şimdi sana zor bir soru
salak olarak mutlu olmak mı
salak olmaksızın mutsuz olmak mı?

deniz--

kırık plak
eksik arpej
sesinde upuzak bir tını şimdi her şey..
anladım artık
kabullenmem gerek
yaz bitti

ben bir kaç ömür daha yürüsem de
bin başka hayatı seninle,
ödediğim bedellerden bir şehir de kursam adına
denizi kıyılarına sen diye diye vuran,
seni
gülümsetebilsem de bir an,
anladım artık
farketmez...
ne sen beni affedebilirsin,
ne de ben
seni sara-bilirim bundan sonra

ben sana hasret
sen benden bi haber
öylece yaşar gideriz
ben
bakarım dokunmaktan eskimiş resimlerine
sen..
sen de
bilemem ki ne eylersin
bundan sonra..

mevsim

sanki
bütün ağaçlar gözlerinden döküyor yaprakları..

sonuç

nasıl ki bir saatten sonra
şehir köpeklere kalıyorsa
sen de
bana kalacaksın

(evet doğru seni şehre kendimi köpeğe benzettim ve bunu yaparken hiç erinmedim)
görecelendirilmiş  
zaman üzerinde ki sabit bazı noktalar arasından akıyor hayat
içimizden geçmiyor
ya da etrafımızda dönmüyor..
alfabeden adının tüm harfleri çıkartılsın
adın kağıt üstünde
karşılıksız kalmalı
bütün kelimeler sanki terkettiler beni
suda yürüdüm
havada dağıldım
ateşe geldim
yollar
yıllar
insanlar
katettim
bir sen aşikarsın ayak seslerime
şimdi
sokaklarınla sar beni
ankara
ben geldim..

güneye

gidiyorum,
saman kağıtlarını koydum çantaya..
hayat kat yerlerinden kırılmış bir kağıt gibi düşüyor önüme..

kıskanı

...

böyle yağmurlu günlerde
ben
boş bir sokağın
bütün kapı zillerine
kendi adımın
baş harflerini yazarım…

http://felluka.blogspot.com/

bunlar fütursuzca söylenmiş bir kaç cümle olarak kalacak

çünkü karafaki dolar
ve boşalır ardı arkasına kadehler
kediler
kendilerini sevdirmek için
ayaklarımıza sürtünür..
eylül sakin durur
sonra
sonra
sabah olur..

lüt(u)fen

kelimeleri yuvarlar gibi yuvarlıyorum yudumları,
bekliyorum işte
bıraktım kovalamayı,
elimi sanki mesafeyi savurmak istercesine
gerim sıra atıyorum
şehir dağılıyor
atlasın yanılgısında..

boşvermişlikten nasibini almış her bir ayrıntıyı
senin gözlerin oyuyor sayfalara,
sayfalar yanıyor bu evin duvarlarında,
bu duvarlar ki adının aksiyle bezeli,
adın ki önüne düşen bir yaprak gibi
elasında bir yırtık gözlerimin..

şimdi renkler değişir
deniz yürür önüm sıra
kimse görmez,
görülmesin, deniz, bu sana kör bana sağır dünya görülmesin..
çünkü ben;
içerimden doğru seviyorum seni
aynı nakaratta kafiyeli yüklemler içerisinden
çekiliyor
kıyılarımız..
dualardan nasibini alan tüm inanmayanlar ve
secdeye durmuş umutların arasında bir fısıltı
bekle diyor bana, derinden,
senin derin-den bir koku
dağılıyor ötemde
diyor,
bekle
kıpırdamadan
sadece

bekle..


“Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle… Dinleme bile, sadece bekle…Bekleme bile, gerçekten sakin ve yalnız ol. Dünya özgürce sunacaktır kendini sana… Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yok, huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine…” kafka
ankaranın sonbaharını severim
seni de severim, mevsimsiz..

aslıma
uyku demiştim
günlerce uyumak istiyorum demiştim
gözüme uyku girmiyor..

serzeniyorum

"insansız hava sahası" idealimdir, en az 3 saat..

düşünmüyorum ne olacak referandumda diye;
herkes yorum yapıyor.. fikrimi de zikrimi de kendime saklama taraftarıyım..
-ya ne olacak sence 12 eylülde
-sabah..

yağmur yağacak, her tarafı bulutlar kapladı, bunaldıkça bunaldı hava, yapıştı kaldı neresi denk geldiyse;
yağsın şemsiye kullanırım gerekirse, ayaklarımda ıslanır, keyiflenirim..
-ay nasıl bunaldım ya yağmur yağacak sanırım, arabayı da almadım, off ayakkabılarım da açık
-gerçekten kuzenim olamazsın sen benim
-kızım tarzımız farklı, ben elegantım
-ya sen erkeksin be gant!
-agkdfjdlagha
-!

beni çok iyi tanıyor ya insanlar ve her konuda söyleyecek en az bir sözleri var ya, patlatıyorlar hemen:
-yapıştırmaktan vazgeç artık kendini şu resimlere
-nasıl?
-yani bir yerlere ait olmak zorundaymışsın gibi hissetme bence
-ben mi?
-kesinlikle canım, senin problemin bence bu
-ve sen bu sonuca varabildin çünkü??
-ee tanıyorum seni ben
-yok o senin tanıdığın benim ikinci tekil şahsım, sana içinden helal olsun diyen birinci tekil şahsım, seninle muhatap olmayacak olan ise üçüncü tekil şahsım..

yani
serzeniş içerisindeyim
beni tom waits keser ancak..

eylül

kızılkahve bir esinti var sanki
eylül sen mi geldin?
-neden votka?
-çünkü sabah işe yardıran bir baş ağrısı ile gitmeyi çok seviyorum!
-anlıyorum
-bir kere de anlama!
"ay karanlık"

atilla ilhan der ki;

söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
               ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
        zamanlar değişti
               ayrılık girdi araya
                              hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
                               elde var hüzün

o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
        kadehlerin mehtaba kaldırılması
                adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
                                       elde var hüzün
tali yol gibiyim
ana yoldan yüzmetre devam edince ilk sola dönersen
or(d)ayım
ben aslında bütün yazılarımı
sen oku diye yazıyorum
bağlaçları senin harflerinden devşirme
bütün sözcükler
senin dudaklarından dökülsün diye var
ağustostan nasibini almış
maarif takvimleri
günün özlü sözü
tarihte olanlar
tek bir yüklem bile yazsam
sana değsin diye..
-ölüm nedeni?
-yer çekimi..
pamuk gibi yaz
ayağıma düştüğünde canım acımasın..

paris o bir köpek o bir muamma

baktım ki camları açmak ya da perdeleri kapatmak işe yaramayacak ve ben uyuyamayacağım, güneş bile doğamadan ayaklandım, parka gitmeye karar verdim.. parkları severim, parkları seven insanları da severim, selçuğu mesela, edip'i ve bengi'yi de severim; yalnızlığımı da severim ki park arkadaşlarımın hiçbirini aramadan gittiğime göre yalnızlığım en çok sevdiğim şey bu aralar..
piknik çantası bile yaptım kendime.. kitabım, bitemeyen lanet defterim, kalem, bardak, sigara, gözlük, karınca engelleyici bir örtü ve taze portakal sıkma suyu ve votka. güneş batmadan içmeyi de seviyorum anlaşılan..
bugün de ne kadar kalabalık olabilir ki park? kendi bölgemi işaretleyebilirim en azından diyip yola çıktım.. bugün hava sıcak olacakmış önemsemedim, bir ağaç altı, biraz gölge halleder herşeyi nasılsa diye düşündüm..
adını bilmediğim ağacın dibine tünedim.. ve pazar günü parkçıları başladı dökülmeye.. sayıları bir anda nasıl o kadar arttı bilmiyorum.. hemen hepsinin yanlarında köpekleri! parklara gezdirilmeye gelen köpekleri sevmem, rahatça serpilemiyorum huzursuzluktan ama votka işte umursamamamı sağladı bir yerden sonra..
insanların neden yatıp kitap okuyor bu hatun günün bu saatinde diye düşünerek sadece bakmaktan vazgeçip bir de bana sormaya başlamalarının ardından "kendimi gezdiriyorum" diye lafı kestikten de sonra, kalabalığı tamamen dışsallayıp kendime dönmeyi de başarabildim..
ta ki paris gelene kadar.. ben bu parisi başka park günlerinden de tanırım. sarımtırak tüyleri, mavili kahveli gözleri, metrelerceymiş hissi varan bir dili ve bana karşı bir sempatisi var.. ve her ne kadar yeterince votka olsa da köpeklere karşı bir sevgim olmadığından etrafta gezinmesinden mutlu felan değildim..
sırıtkan sahibinin her "paris gel oğlum!" çığırtısına karşı (ki ben gördüğümde hep bir çocuk gezdiriyordu, şimdi 50lerine doğru bir kadın var yanında), diş gıcırtadarak söylenmiş bir "paris, çek git oğlum!" hırıltısı da ben çıkarttıktan sonra bana daha bir sevgiyle bakmaya başlaması da işin cabası oldu tabii.. biraz votka versem belki kafayı bulup sızar diye düşündüm başta, sonra sanırım kıyamadım ya da ölüverirse felan sahibini çekemeyeceğimi düşündüm içten içe bilmiyorum.. öyle başını okşamak gibi sevgi hareketi de yapmak istemediğimden ve köpeklerden çekinip ya da sahipleri tarafından kucaklanmak isteyip de dünyanın en tiz sesiyle çığlığı basan kadınlarla da çok dalga geçtiğimden, fondip üstüne fondip yapıp görmezden gelmeye çalıştım paris'i.. gerçi sahibinin gelip "ahahaha bayılıyor sana" diyerek sırıtması bende insansız hava sahası lütfen! hissiyatı uyandırsa da en azından kadına biraz tebessüm vermenin çekip gitmesini sağlayacağını ummadım değil..
ne kadar çabuk kaynaşmaya çalışıyor şu insanlar.. o kadar çok soruyu neden bir insan bir başkasına arka arkaya ve henüz daha bir öncekinin cevabını almamışken sormaya devam eder ki?! hiç bitmeyen ve aslında cevaplanmayan sorularla etrafımda dört dönen parisin sahibinin suratına içkimi boca etmek isteğimi de bastırdıktan sonra koyverdim gitti bende başladım sormaya.. içimde de gene bir umut sıkılacak ve gidecek diye ama yok.
her basit sorumu çocukluğundan başlayarak cevaplamakta ısrarcı olan bir zat vardı karşımda.. benim çok konuştuğumu düşünenler bir de aylin hanımı görmeliler bence.. ya aylin hanım hadi ben sarhoş oluyorum da sen ne çaktın bana bir söylesene demek kaç kere dilimi karıncalandırdı tahmin dahi edemezsiniz..
dakikalar dakikaları kovaladı, aylin hanım konuştu, ben içtim, paris bacaklarımın yanına uzandı, derin ve hızlı soluyarak başını da elimin altına soktu bir güzel, aylin hanım çantasından kek çıkardı, bende ona portakal suyu verdim, tam bir buçuk saat bu şekilde geçti.. arada bir paris kuş vıcırtısına kafasını aniden kaldırdığında yüreğim biraz hoplasa da alıştım köpeğe ne yalan söyleyeyim.. sonra o büyülü ses aylin hanımın telefonundan yükseldi ve aaa kardeşi aradı, ay açmalıydı, paris uzansındı,  uzansın tabii, nasılsa konuşmuyor benimle.. siz gidin de.. paris bile derin bir oh çekti, farkettim yahu!
artık hangi telefon şirketini zengin ettiler bilmem ama ben sayfalarca okuyana kadar aylin hanım etrafta görünmedi.. cırıltılı sesi arkalardan bir yerden geliyordu ama yakınımda değildi!
bende rahatı bulunca serildim iyice parisin yanına, paris yine kendine bir el altı ve dayanacak baldır buldu tabii, ama sessizce yattı işte bende kitabımı okudum.. o kadar da fena birşey değilmişsin sen yahu diye kendisine arada laf bile attım..
aylin hanım konuşmasını bitirip geldikten sonra patlattı bombayı, eşini almaya gidecekmiş parkın başında ki büfeden, parise biraz bakarmıymışım? ya aylin hanım, ben sabah sabah votka içen, üzerinde kayık bir tshirt, diz yapmış bir eşoftman, elliikiekrangözlükleri ve kafasında kedi oturmuş hissiyatı veren saçları olan karının tekiyim ya belli ki deliyim.. insan bırakır mı hiç bu halden anlayan, çok güzel alkol arkadaşlığı yapan, mülayim ve iri ve korkutucu ve ıssırsa kolumu koparabilir dişleri olsa da sevimli köpeği benim gibisinin yanına?? cevabımı beklemeden zaten gittiğini söylememe gerek yok sanırım.. paris bile arkasından şaşkınlıkla baktı ama sonra bana dönüp "hav" dedi.. öyle korkutmak için değil ama usulca.. sarılıp canım benim diye sevmek bile geldi içimden ama sarhoşum ya tuttum kendimi.. öyle laubali olamam daha yeni tanıştığım köpekle.. gerçi bende nasıl bir baktıysam elim o metrelerce olduğu artık kanıtlanmış olan dili tarafından boydan boya yalandı!
bir fondip daha, koydum ben de başımı yanına kapattım gözlerimi öyle dinledim parkı..
aylin hanım ve eşi ender bey gelene kadar bir huzur bir huzur.. allahtan ender bey, aylin hanım benimle yaptığı sohbeti kendisine tüm detaylarıyla anlattığından ne kadar sıkıldığını anladım bakışlarıyla geldi de, bitecek bana yönelik bu insan sesi diye sevindim bende.. nitekim on dakikalık bir sohbetin ardından gitmeye karar verdiler..
ben parkları severim, köpeklerini parklara gezdirmeye gelen insanlara nötrüm ama köpekleri sevmem..
parisin tasmasını takıp yanımdan aldıklarında da aynı düşüncedeydim hala da aynı değişen bir şey yok..
ama gitmeden başını karnıma koyup bana pek bir güzel baktı.. benim de öyle sahibim olsa bende beni severim..
hayır etkilenmedim sadece sarhoştum ve hava sıcaktı ve ben yalnız kalmaya çalışıyordum.. o yüzden giderken arka ayakları çarpık parise "hey Paris!" diye bağırdım arkasından.. hahaha türk filmi olsa koşup üzerime atlardı ve beni ölene dek yalardı muhtemelen ama hayır Paris sevgili Paris bana bakıp sadece "hav" dedi.. bende el salladım..
kendimi attım geriye, bir sigara yaktım, bulutları izlemeye başladım..
etrafta artan sayılarıyla bir sürü insan..
bir sürü köpek..
pazarları severim, votkayı ve portakal suyunu da..
Paris'in halden anlamasını da..

çöl

hiç bir iklim bu kadar karasal
olmadı
dudak çatlatan bir kuruluk
bakışlarında
çöl ıssızlığı
uykusuzluğunun izleri
kızıl kumlar
saçlarını okşamasam
da
uğuldayarak önce sesini gönderen fırtına
elinin tersiyle savuracak kumları..
o tek damla mavi
çatlamış dudağının kenarından
damlayan alaycı tebessüm..
ellerini tutsam
da
bıçak gibi bir serinlik
ezecek gün sıcağını
dikilip kapkara gecenin altında
gözlerine baksam
da
..
bu gece ay doğmayacak..
sabah serinliği
bahçedeki dut ağacı
yeni gün
uyanmayacaktım halbuki
bir kaç gün daha..
zifirden de kara
kopkoyu
yoğun

yutkun
yutkun, geçecek az kaldı

çekilecek bu
ağulu sancı
çözülecek
düşüncelerin
aklı-n geri gelecek
dayan
dayan, az kaldı

nrn

bugün kötü bir gündü

camları açık tut ama perdeleri  kapat
ağustos bitene dek
uyandırma beni

yeteri kadar

hanımelinden dokunmuş geceyi
çıkarttım üzerimden
derim-den yırtılmış
elbiseyi soyar gibi..
makyajımı perdeye
düşlerimi üzerine sildim
balkona çıktım

upuzun parmaklarından kavradım seni
başımı
sırtına
dudaklarımı hücrene çeperledim
gözbebeklerinden
doğru sevdim seni
denize kayan bakışlarını tuttum
kokunu kokuma serpiştirdim
yüzünü çevirdim
öptüm seni..
bir kaç yüzyıl öncesinden tanıdık
sesin
-kırıldı
döküldü üzerime
sesin haritadaki çıkmaz sokak gibi
mıhladı beni

sesin
ek yerlerimden parçalı bulutlu
sesin
bakışlarından buğulu

ah
yüzüne çok yakışan o sesin..

o kadar çok öpersem
sanki
sen döküleceksin dudaklarımdan
o kadar çok öpersem
sanki
sen de öpeceksin beni..

yeteri kadar beklersem
kapıdan girivereceksin

yeteri kadar beklersem
tekrar açılacak
açık hava sinemaları

yeteri kadar beklersem
bu şehrin
iç denizi yükselecek
yarıp asfaltları

ve
sen
benim
-ile'm
-kadar'ım
-dahi'm
kipsiz zamanlarım
tutkalım
olacaksın

yeteri kadar beklersem..

ne fayda

iskeletimde kurşun ağırlığı
dibine doğru kuyunun
ağır ağır
ayın ışıkları
kımıl kımıl
sessiz

yosun tutmuş
sensizlik
koyultucu
gecenin içerisine
hasretini
çözüyor
herşeydesin
inkar
tutmaz
artık
yüzüm

ben bütün evcilliklerimi sende bıraktım
oturuyorum, hiç büyümemiş içimde, ne kadar oyun varsa-hilesiz- etrafa dağılmış.. en sıcak halinden sıyrılıyor hava; daha serin bir renk takıyor üzerine, rüzgar tanıdık ama çıkartamadığım bir şarkıyı fısıldıyor, tüm şehir beni sınırlarından çıkarıyor, tutunmaya çalışmak gereksiz artık.. gitmek geldi, biliyorum, içimde yine son zamanların kıpırtısızlığı, düşünceler kaplumbağa, gözlerim tavşan, yaşadıklarım ışık tuttukça bana donup kalıyorum her neredeysem.. sesimi ciklet yapıp çiğniyorum yine bir zamanlar olduğu gibi, sonra da çay tabağının kenarına çıkartıyorum üzerinde diş izlerim.. dişlerimin izlerinde gülümsememden bir parça kalmış, ellerimle silmeye çalışıyorum.. gözümün kenarına koyuyorum, giriversin diye retinamdan ittiriyorum.. içremde bir bölge boşluğunu sayıklatıyor kendine, kulaklarımı tıkasam sırtımda bir yer acıyor; gözlerimi kapatsam ağzımda ekşi bir anı beliriyor.. -kendime-duyargasızım.. sevdiğim herşeyde eksildim ben biraz ama yaseminler ve fesleğenler ve papatyalar ve gelinciklerin her birinin rengini hatırlayabiliyorum.. caddenin orta yerinden bir nehir geçiyor, suya bırakıyorum bakışlarımı, lehimliyor su, görünen ile görmek istediklerimi birbirine.. gitmişim zaten, kalmamışım burda anlıyorum..
karşı damda bir kedi olur olmaz bana bakıyor..
kira kontratının üzerinde
kimin ismi
varsa
evin gömmedolaplarında onun
maskeleri
dursun
bu şehrin
bütün sokakları
karasal iklime çıkıyor
tanıdığım herkes
bir telaş
denize akıyor
kıpırtısız duruyorum
ellerim açık iki yana
yüksek bir yerden
bunca düşerken nasıl hiç tınılamıyor
kalbim

bu hissiyatsızlık
herşeyden daha az korkutuyor beni
kalem traşlar gibi
sıyırıyorum
gözlerimi..

ama ne bakışlarım daha sivri,
ne de rengi ela artık..
(k) üfür hayata
nefesi(n)
bir yerlerde buruşuk
atılmış
ütü tutmayan bedenin

biraz yağmur
açar kırçılları


kışa bir mevsim kaldı


ben
o hırçın ojelerin renklerinden
şehre bir pike öreyim
iyisimi..

ve kirpiklerinin hamağında
mevsim değişsin..

ayna

gözlerim ayna
sır(r)ın ardına
geç-
mekte
neyin var neyin yoksa

o ayna kır-
ık
kanatlarını iki yana açmış

girdap etrafında rüzgar çığlık
her yansıma
kendi gölgesinde esaretini
soluklanır

sokaklara köşebaşlarını
neden koydular sanıyorsun
ibrişim senin kelimelerin
ne zaman yazmaya kalksan
divan edebiyatını örseliyorsun
o yüzden anlamakta zorluk çekiyorlar seni
serbest dizin çoktan ele geçirdi
şiirleri
halbuki herkes hayatı kuralına göre oynuyor..
hayallere makyaj yapıp gerçek diye algıladığın için suçladılar seni, bakma öyle anlamamış gibi.
ardından güneşin doğduğu o tepeye bakan balkonda oturduğumuz şafaklar da sana söylemiştim.
gerçeklerle hayaller, bu sahnede tango yapamaz.

- ah zavallı aklım, sırf siyah beyaza karışabiliyor diye sende hayata karışırım sandın..
- gece trenini yakalayabiliriz hala, arka yoldan gidersek..
- yorgunsun, biraz uyu şimdi.
- dans da ederiz di mi?
- elbette..

on iki

bak benim canım
sıkılıyor
en çok da saat böyle on ikiyi biraz geçe
ya da
sokaktan tamirat sesi geldiğinde..

ama umursamıyorum,
gelip geçiren şeyler bunlar.

alt tarafı
bir tutam huzursuzluk yoğurursun
sevda kıvamına gelene dek

diyelim ki olmadı,
duramadı yan yana
rakı ile kavun bile
şehir şebekesi on iki saattir grevde
veya
gecenin en yüksek sıcaklığına
küfür etmek gibi bir adeti var
etraftakilerin

farketmez..


uçak seferlerinde ki aksama
gibiyiz
on iki dakikadan fazla sürmezsek
rötar sayılmıyoruz..

dandelion

püff..
uçuşacağına
kırılırsa
anlarsın
ancak
bunun
nemenen
bir asit
buğulama olduğunu

cevap

cüretkar nefesini
sokağa salsan
kış geldi sanacaklar

içinden geleni
ardına koyma

ben elimin tersiyle
tekrar
yaz-ı,
yazı
getiririm!

kilit

üzerimden ağustos geçiyor

saksıda
kurumuş toprak gibiyim

kim söylediyse
yanlış söylemiş

kemiklerim
beyaz değil benim

çilingiri geri gönder
anahtar işlemiyor bana
içeriden kilitliyim
neden yemeği
ocakta unutmuş
gibi
yüreğim?

iguana*

artık tırnaklarım
tutunamıyor parmaklarıma
sesim kuruyup çıkıyor
gırtlağımdan
gözbebeklerim saklanıyor
retinamın arkasına

yer çekimi yen çekimi
saçlarımda
kafam acıyor

düş kapaklarım
büküldü bükülecek
yığılacağım sanki
olduğum yere

yatakta dağılmış çarşaf
perdede anlamsız kırışıklık
pencerede kurumuş yağmur
ipleri
giriş yok odamdan içeri
bir yetimliğim eksikti..

kaldırımlar çekiyor beni
uzanıp uyumak istiyorum
yeraltına sızsın bedenim
herşey eğreti duruyor

(h)iç
bir şey kalmadı artık
sadece se(n)(s)sizlik..


*bengi'dir isim annesi*

otel

geçenlerde bahsettiğin
otelin
adı fiyaka olsun
yıldızları kaya kaya bitmiş

anayurt oteline gönderme de yapmış olursun..

koridorlarda siyah beyaz fotoğraflar
resepsiyonda sen
bende gelirim
sürekli aynı odaya,
döne döne yukarıya çıkar merdivenler..

hepi topu beş kat,
her katta üç oda,
kutu-odalara sığışmış dünyalar,
evire çevire
koyulan hayatlar..

sen karşılarına geçip bakarsın,
elinde alaycı kalem,
başında düşüncenin
binbiri..
yazarsın..

ben anahtarı kapının üzerinde bırakıp
çıkarım..

dış cephedeki
derin çatlak gibi
karanlık
ve anlamsız
ve tahammülfersa
bir yalnızlık sararsa içimizi
aman be der
hepi topu beş kat çıkıp,
yukarıdan dikizleriz denizi..

30

zaman işte geçiyor
fındığın mevsimi belli,
kavunun,
buğdayın,
fesleğenin..
krizantemler ne zaman açar,
cemre ne zaman düşer denize belli..

her geçen günle birlikte
biraz daha hayat akıyor içine,
gözlerin her zamankinden daha güzel bakıyor,
çoğalıyorsun yaşadıklarınla birlikte,
en güzel halin hep son halin oluyor bende..
evet belki gençlik çekiliyor ama
olgunluğun başlıyor işte
daha bir naif, daha bir ekabir,
adımların değişti,
sesin daha ılık,
elin pantolon cebine emanet hala,
rakı dudaklarında damıtılıyor da,
30 yaşın aydınlatıyor gülümsemeni..
öylece oturuyorsun karşıda,
bakmaya doyamadığım,
yanına varamadığım,
en güzel halinle..

haydi huzurlu ve mutlu yaslan arkana şimdi
kendinle
gurur duyma vaktin geldi..
herşey değişiyor elbette ama
bazı şeylerin zamanı belli..

nrn

“sen dediydin . . . rüzgar gençtir, rüzgar hayattır diye”

ben demedim.. ben hiçbirinize, hiç kimsenize dokunmadım; siz dediniz, siz dokundunuz.. sen ışıksın, sen rüzgarsın, şavkın vurur, nefesin titretir, anlamın vardır, çoksundur, baktın mı ela ela dağılır sessizliğin diye siz dediniz; ben demedim.. ben dokunmadım hiçbirinize…
hepiniz hayatıma dönüp baktınız, bakıp dokundunuz; yeri geldi, canınız çekti, bırakıp gittiniz, yeri geldi, ihitiyacınız vardı, zamk gibi yapıştınız, ben durdum.. ben durdum…
şimdi bana hayır sen hiç durmadın, an o andır şimdi duracaksın diyorsunuz. . . şaşırıyorum…
ben sırf güdülerimle hayatımın adımlarını yürürken, ne olmuş ne olmamış, hangi rengine boyanmış dünya sizlerin bakmazken; bana dediniz ki gri olacaksın… oldum… bana dediniz ki mavisin, oldum… bana dediniz ki haki, oldum… rengim elaydı, çaktırmadım… belki şimdi patladım… ama hala sizin alaca bulaca dünyanızın merkezinde olmaktan muzdaribim…
hepinizi, herbirinizi, tek tek sevmekten ama sevmeme boyunduruğunda güdülmekten yorgunum…
zaten çok yorgunum…

mememden süt gelse, kızımla birlikte emecek kadar acemi bir yorgunlukta, kurgusu reklamcılara has bir karede, tek başıma, alkol kokan nefesimin içerisinde solgunum ama parlamak benim genlerimde var!… bembeyaz tenimin, en beyaz duruşu sararırken, ömrümün örümcek ağlarından bezgin ve kurtulmak için ille de gezgin olmam gerektiğinin bilincinde, sek sek oynuyorum… taş da benim, çizgilerde, o karelerde, seken o adımlarda benim…
siz hayatı yaşadınız… bana şeklini bıraktınız…
ben demedim, siz dediniz…
bana dokunmayaydınız…
hiçbiriniz..
hepiniz..
her biriniz…
ben size
yeterdim…

antre

aynalar
antre boyunca sağlı sollu aynalar
üzerlerinden saçlarım geçiyor
yüzüm geçiyor
bacaklarım geçiyor
dönüp baktıkça
yalnızım
ama biri elimden tutuyor
kafam birinde hapis
bedenim bir diğerinde
avuçlarımı ilki almış
parmaklarım ikincisinde
hiç birinde bütünlenemiyorum
suretim yalnız
ama saçlarımı biri okşuyor
gülümsemem birine asılı
kirpiklerim ötekinde


sırtımda ki gamzede parmak izin duruyor

celladın maskesini giymişsin
cinayetine kurban gidiyorum
bu gizem niye?
aynalarda bile saklanmışsın
ben senin ciğerini biliyorum
nefesini tutsan ne?

canım da sıkılmıyor artık
sadece oksijensizlik
kırmaya başlasam hepsini
ellerim kanayacak
kanımda ki havayı
çekebilmek için
kendimi kanatmama değer mi?
boşluk büyüyor içimde
herşeyi kaplayarak hemde
cetveli koyup
düz çizgi bir çizgi çizmeye çalışsam
çatallanıyor herşey
daire çizmek istesem
tepemden yumruğu yiyip
elips oluyorum..

hikaye ..

kriokyan'dı adı
en müslüman mahallenin ermeni papazı
binalar arasına sıkışmış kilisesi
arkası berber dükkanı,
en sinek kaydı traşların mekanı..
mahallenin imamı, muhtarı, bütün bıçkın delikanlıları,
babaları, haraççıları, hapçıları,
alkolikleri, her mesleğin adamları
kriokyan'ın arkadaşı..

kilisenin önünde içilir sabah çayları,

berbere girmenin tek yolu
minberin arkası
ama kimsenin
dert ettiği yok
kiliseden geçmeyi
o zamanlar herkesin birbirini kabul ettiği zamanlardı..

kriokyan efendinin güneşten güzel tek kızı
eleni,
savura savura eteklerini
öğlen yemeğini babasına taşırdı..
o zaman düştü denir kemalin kalbi
ayaklarına eleni'nin,
kemal imamın oğlu,
mahalle bakkalı..

ne zaman girse eleni bakkaldan içeri
kemal'in elinde ayağı
dili tutuk
nefesi kesik..
sadece alaycı bir tebessüm eleni'nin dudaklarında
kemal'in adı..

imam ile papazın öğleden sonra konuşmalarının
hepsi
bu iki gence kaymıştı..
hiç kimsenin haberin olmadı
ta ki gidene kadar imam ile karısı
kriokyan'ın iki katlı evine..

herkesin olur'u vardı da
bir eleni evliliğe yanaşmadı
kemal'in
içinde kaynadı acı
boğazını, gözlerini, gözbebeklerini yaktı
tek kelime etmedi
olsun'dan başka..

kriokyan'dı adı
en müslüman mahallenin
ermeni papazı..
kızına da kızamadı,
kemal'e acıdı..

kimse lafını etmedi,
kimse kimseyle bu konuyu konuşmadı..

kriokyan'ın cenazesi
bir sabah ezanıyla kilisesinden kalktı
bütün mahalle geldi cenazeye..
kemal tuttu eleni'nin elini,
eleni sakladı başını bu kendini seven omuzlara,
ağladı, ağladı, ağladı..

sonra bıraktı mahalleyi gitti başka topraklara..
kiliseye kemal baktı..

yüz

solgun
yüzüne renk vereceğini
bilsem
eski boyalarımı çıkarırım girdikleri delikten...
evi de boyarım, sokağı da boyarım, geceyi de boyarım,
deniz bile boyarım şehre,
güneşi de istediğin renge..
dudaklarımı da boyarım,
gözlerimi de boyarım,
sesimi de boyarım gerekirse..
gülümse diye..
yanaklarını boyarım,
ellerini boyarım
kemiklerini de..

yüzüne renk geleceğini bilsem
yüzümü yüzer
yüzüne koyarım..
yaz hadi
cesaretin varsa
tek bir
kelime yaz
hadi!

bugün

bir yerlerde kediler çiftleşsin
lakerdalar yensin
trafik lambaları
-na aldırış edilmesin
bir yerlerde martılara ekmek atılsın
iyot kokusu gelsin denizden
buram buram

hiç kimse yalan söylemesin
bize kalsın bütün yalanlar

ben inanırım

hikayeleri bugün sen anlat
ben dinleyeyim
ben anlatayım
sen umur-sa

avuçlarım terliyor
suyum bitti
ağzım kupkuru
gözlerim önceden nemli

iyisi mi bırakalım

ilk yalanı
bir başkası söyledi..
karpuz yiyelim mi
karpuz mu yiyelim
ağır mı gelir?

bir güne kaç kilo düşer karpuz?

çay

etrafından dolanıyorum
gece kifayetsiz iniyor şehre
biz en iyi
aynı zamirler üzerinden giriyoruz cümleye
bir yerlerde hep aynı
kafiye

hangi
toprak verimsiz kalır ki
yağmurunda senin?

çenem acıyor
çaya kıtlama yapar gibi
hayata kattığım için seni..
tren garlarında yatıp
kalkan
düşlerimin üzerinden
otoban geçirdi-ler
-n sen
temmuz'u da yedi-ler
-n sen...
sizin iyi dediğiniz hikayeler
benim ruhumda lekeler
bırakıyor
ellerim titremiyor benim
dil kendini hapsetmiş
çıkmıyor

karanlıkta değil
kalabalıkta

ya nasıl oluyor da
hiç kimse
içimi göremiyor?

bari karpuz çekirdeklerini ayıklayalım
bugün damların üzerinde kedileri göremeyebiliriz.

bir şarkı dinlerken-

ben o dolaba girip
klostrofobim geçene kadar
karanlıkta otururum
da
sen geçene kadar
gireceğim bir yer
bulamıyorum
bu defteri de hiç sevmiyorum

bütün gece uyursam
geçer
mi
bu güneş kadar eski acı..?
senin isterse naifliğinin orta yerinde ateş dursun, o çok sevdiğin faruk amcan otursun gene de farketmez! bu karanlık bildiğimiz karanlıklara benzemiyor farfara. Bu karanlık inkar ile gerçek! ve hiçbir inkar daha esrik olmadı şimdiye dek yaşadıklarımızdan... durup baktığımız her yer aynı sokağa çıkıyor; bitiminde sarhoşuz. canımın içinde en büyük yalan son yazdığımla sınırlı. en iyi bildiğim hikaye boyalı kuş, bundan başlamazsam başlayamam ben..
şimdi burada kağıdı öpüyorsa kalem bildiğimiz bütün şarkılar aynı anda çalıyor da ondan.
bir adada oturmuşuz. sen varsın, o var, bir de öteki, bir de ben varım, bir de kalabalık. Alabildiğine yığın yığın kalabalık. Yalnızız da halbuki bizim dilimizden kimse anlamıyor çünkü. Biz de keza yabancısıyız seslerin ama en çok oturuşların ve yüzlerin. Bu oturuşlar bizim oralardakilere hiç benzemiyor..
çocukluğumuza da inemeyiz fakat bekleyebiliriz tanıdık bir nida çıkacak diye kalabalıktan. yığıntıların arasındaki o daracık boşluktan başlayabiliriz de yazmaya.. adını hikaye koyarız; riyakar derler ardımızdan. olsun dokunmaz bize. zaten bize dokunmaz kendi tenimizden başka hiç bir rüya..
zaten umut dahi yokmuş dilek şart kipi olsa da.. durduğumuz yerde aslında asılıymış hayaller gibi anaerkilliğimiz de ve yazmaya başlamak için içmeyi bırakanlarda var imiş, rivayet bu ya! o zaman hadi herşeyi yakalım. kime ne değil mi yangın çıkmış, evi üzerine kitleyip gömme dolaplarınla kaçmışsın, kime ne?
sonra mesela o en bilfik sokağın aslında son evinde oturuyormuş aradığın zat ve ben en çok yırtabilirmişim defterimin sayfalarını.
ya bunlarboş, bunlar safsata, herşeye baştan başlayalım farfara. bu acıyı da gömelim, bu yalanı da söylemeyelim. ki bu kendimle hesabım benim sen ancak kdv'sin.
çok yanıyor canım ve hiçbiri sana anlattıklarımla alakalı değil! sana anlattıklarım öylesine ben kendimi örtüyorum. isterse herkes sevsin pitonları, ben sevmiyorum. çünkü kuzu yiyebiliyor onlar ve ben kuzuları da sevmiyorum.
imkanı olanda imkansız kalanda, herşey ama herşey kendi zamanıyla sınırlı, bunu biliyorum.
neden kendi kendime seninle konuşuyorum? öznelerle çoğaltıp zamirlerle indirgiyorum?
ve hangi zaman kipiydi türkçe de sığan diğer zamanın içine? sen demiştin. ben vardım, o vardı, sen vardın. söylesene. çemkiriyorsakta bir nedeni var değil mi ya?
sivrisineklere de söyle benden uzak dursunlar ama ben senden uzak durmam, seninle beslenirim. hoşt desen de umursamam, kışt desen de.. o yüzden başlayabileceksem kendi kanımdan başlarım.
bir çatal aortumda 4 bıçak gibidir. deler, ölmem; güler, geçer; en fazla kelimeye dökerim. akar, akar, akar kan. yüzünü dahi bilmediğim adamlar ardımdan ağlar ben en fazla yara bandının yapışkanını çatalizlerine değdirmemeyi başarabilirim. ki benim kanım çatal üzerinde iz bırakmaz. bilirim.
çünkü ben bir hikaye duymuştum, kanının sesini duyan bir kadınla ilgili.. bir sabah uyandığında kendini o sese veren bir kadın ile ilgili...
ve ben kadın bile değil iken kanımın sesini duyabiliyorsam bu nemenen bir şeydir?
ya ben çok içemedim ya sen okumayı unuttun!
bak sana ne diyeceğim..
guaj boyaları alıp asfalta sıkalım mı? postmodern der üzerinden araba geçerse ağlarız.
sokak kenarında lastik yakalım mı? soran olursa bir şeylere inandığımızı iddaa ederiz.
cümlenin ilk harflerini değil son harflerini büyük yazalım mI? türk dil kurumunda yasaklılar listesine gireriz.
yaşanılanı diyorum farfara tarihçiler yazsın, ben kurgularla takılacağım
ki zaten niye ben gidiyorum tüm şehir gitsin!
gerekirse sen de git umurumda sanki
balkona ölü kuşlar doluşmuş onları umursamamışım daha ne diyeyim ki?
olmadı ben de gelirim seninle, ne demeye yamandıysam kendimi senin defterlerine, evine bile..
ya bari kitap yazalım, rakı da içiyoruz
benim de zaten işim var
seni mi düşüneceğim..
sana pit
bana bul
havladın madem ıssır
yazmazsan
ölemeyesin

sen de

sen-deleyebilirim
bırak düşeyim
ağzım burnum kan içinde kalsın
dizlerimde gözlerim büyüklüğünde yaralar
yandan geçen araba üzerime çamur sıçratsın
uzatma elini
bırak kalayım
öylece

gülenler olursa edepsizce
işinize bakın işinize
de
sadece

gerisini
bana
bırak
kanı da
çamuru da silmek için
peçetem var benim
kalkmaya da mecalim

ölümü de yendik

dize getirdik ölümü
dört atlısı
ondörtnala
üzerimize geldiler de

gözlerimizi
bir an
bedenimizi
bir milim
çekmedik

taş gibi durduk
taş gibi durgun

gümüşi parladı gece üzerimizde
korkumuzu gömdük
tutunduk
her şeyimizle
elimizle, dilimizle, kalemimizle, şarkımızla, nefsimizle,

tutunduk güneşe, buluta
tutunduk ağaca, yaprağa
tutunduk göğe, denize
tutunduk toğrağa, tohuma
tutunduk sevdamıza
tutunduk kendimize
dimdik durduk

parladı hayat
içerimizde yandı ateş
etrafımızda dolandı hava
ayağımıza değdi su
toprak yeşertti tohumunu

ölümü de yendik
vardık yaşamın kıyısına
bir kez daha!

nrn'

affet

affet! diye bağırıyorum
sesim çarpıyor
rüzgar sesim
ağaçta yapraklar
kıpırdıyor

affet! diye bağırıyorum
dağlarda yankı
-yor sesim
ciğerim yanıyor
nefesim duman
etraf kül

affet! diye bağırıyorum
ay umursamaz
kızıl kızıl bakıyor
ışığı yalıyor sesimi
nefesim yakamoz
deniz de dalga

affet! diye bağırıyorum
af çıkart bana
müebbet fazla

affet! diye bağırıyorum
herşey susuyor
dünya sesim
bir senin kulakların sağır
insaf-sız da değilsin
infaz-cısın da diyemem

nefesim duman
nefesim yakamoz
sesim çözülüyor nefesimde
göğsümün içinden
fırladı fırlayacak kalbim

affet! diye bağırıyorum
gardenyalar
tozuyor
taşıyorlar dileğimi
nefesim çiçek
nefesim açıyor evinin önünde
yaz bitene
dek
affet! beni diye bağırıyorum

karşı ki dağların ardındasın
sen de
o ay gibi*
umarsızsın haklısın
varsın olsun
ne yapalım..
nefesim sus
yutuyor sesimi
uykusuzum yatıyorum...
affet.. beni..

nrn'

*editorial

sakın söyleme

şişş bak kimseye
söyleme ama
Can Yücel bugün
benimle içmeye geldi
gayet ölüydü
ben bir şey demedim

morali bozulmasın diye...

telkari ustası

gümüş ipliklerle
ilmek ilmek
işliyorum
sen diye diye
yorganımı
üzerime ağırlığınca
örttüğümde
varsayacağım ki
sana sarılmışım
ah sevdalandığım
her nakışta
biraz daha
artıyor hasretin

ben herşeyi hallettim de
şu hasretini
yenemedim...

nrn'

şehir

sana çıt desem
kırılırsın
çat desem
ölü
(sün)..!
halbuki koskoca bir
şehir
gözlerinde
oturur senin
(de
  bana mısın demezsin)

geri

geri geldim,
ankarayı özlemiş miyim bilmiyorum,
odamı özlemişim..
bilgisayarımı özlememişim ama etrafımda olmasından şikayetçi değilim..
okumayı özlemişim dersem kütüphane tepeme yığılır; yemedim, içmedim, okudum sanki.. yol demedim, hastane demedim, gürültü demedim okudum,
ama bazı insanları matbu bulamadığımdan onları okumayı özlemişim..
yazdım mı, yazdım ama ara sıra.. zaten aralandıkça yazmak daha iyi; sıralandıkça da konuşmak iyi oluyor bir yaştan sonra..
en fazla 3 şey belirdi bu süre zarfında kafamda aynı anda..
zor olan günleri atlatırken aklımda ve yanımda en fazla 3 insan vardı,
hiç değişmedim ama daha sakinim diye hissediyorum.
ağzıma bir damla içki koymadım desem yalan fakat ilk kez bu kadar uzak durdum meretten..
dinlendim mi? muhtemelen pek değil ama
olsun
tebdili mekan ferahlığı kaldı ağzımda..
ama hastaneler her yerde aynı onu bir kere daha anladım...
dünyanın ve ülkemin bu kadar farklı şehirlerinde hastaneleri görmeden çok önce akıl edeydim master programımı ona göre seçerdim..
klasik tatil anlayışım; "mümkünse çıplak ayakla dolaş"tır fakat bu sefer bu pek gerçekleşemedi, allahtan artık serumlar şişelerde değil plastik kaplarda yoksa ayaklarımda cam kesikleriyle dolaşmak zorunda kalacaktım.. ilk günün ardından çorapsızgiyilebilenkapalı ayakkabılara döndüm!
antalya'nın doktorları da komik bunu anladım..
hastane odası 3 kişilikti toplamda 6 ila 9 arasında değişen refakatçilerle sayı iki haneli rakamlara ulaşıyordu.. bir hasta gülmekten dikişlerim atacak kızım sus azıcık dediğinde keşke onu dikkate alsaymışım, etraf kan revan içerisinde kaldı..
herşey yoluna girince vardım deniz kıyısına..
sonrasında
 deniz bir karaya değer elbet ben sonsuz
 gökyüzü dünyanın dış yüzeyi ile sabit ben sonsuz
 ben sonsuz amma kum taneleri de sonsuz..
sonra da
işte
geri geldim...
yine eski usül
kağıda kaleme dönüyorum..
tatil diye başlamıştı
babaaneme gidiyorum..
umarım kaapuz balında bir kere daha
yan yana görebiliriz suretlerimizi..

mahalle

bu mahallenin kendisinden bile
yaşlı
yaşayanları

bu mahallede her ezana
en az bir cenaze düşer kalkacak
ve mahallenin
en çok içen adamları
 her cenaze de
en az bir kere
ayılmayı denerler

bu mahallenin çingene insanları
sokaklarıyla dansederler
ve hayat
dışarıdan akıp gider
uğramaz buraya
burada hayatın
kendi dinamiği var
dokunmaz insanlara

bir önemi yok az ötede doğumlar olmuş
yıkımlar olmuş
şehir kehribana kesmiş
önemi yok

bu mahallede
düzen başka işler
kemikler başka
sesler başka
kaldırımlar başka biçim
üzerinde yürünmez

bir ucundan gün doğarken atılan o kahkaha
dalga dalga örter
kapıları
son lambada sönerken
oturup meydanlık yerinde
saatin altına
herkes salar
eteklerinde ki taşları

bir el şaklar
bir ses gelir derinden
ilk isyanıdır güne
geceinsanlarının

başlar yaslılar şarkı söylemeye raks etmeye
çözülür
tutsaklıklar
çözülür aşklar
çözülür
hasret
çözülür ihanet
kahpelik
inançlar çözülür
yaşam
dökülür

ayrışır gerçek ile düş birbirinden
sonra ki ilk cenazeye kadar
şakır gök bile

aksak ritm, boğuk ses
dağılır açık pencerelerden sarkan tüller içerisinde
dağılır benim de mahalle kadar yaşlı sesim

bilmem kaçıncı cenazeme kadar
mahalleyi hatmederim
sonra bir ölür
bir
dirilirim

ateş yanar orta yerde
şişeler kırılır
kırılır tutsaklığım
kırılır sevdam
kırılır hasret
kırılır ihanet
kahpelik
inançsızlığım kırılır
yaşam

gelir girer yine içime

ben güne başlarım..
infilak etmek üzere beynim
köpek dişlerini geçirdin yine

tenezzülümden çıkardım da seni
cinayetimden çıkaramadım

şimdi
elime alıp en kör bıçağı
adını sadece bir kere haykırıp
dönüp de baktığında
-sen hep bakarsın
-sana kahpe sesler
şah damarına
kanırtacağım

kan grubuna tükürdüğüm
can çekişinin başında
durup sana bakacağım

senden nefret bile edemiyorum
öldüreyim bari

02.05.02 de yürümüş bir kadın tanımışım..

kendini yürüdü
sadece kendiyle yürüdü
tek başına
yanına kimseyi almadan
kafasında insanları olmadan yürüdü

bir köşeyi dönerken geldi biri
düşün içinden gerçeğin ortasına yürüdü
bir başkası sokağıntekağacının yanından geçerken geldi
aksak adım
ağırlığınca yürüdü
önüne çıkan arabanın yanından kıvrılırken karşılaştı bir diğeriyle
hafif esintili
günü dele dele yürüdü

bir baktı yalnız değil
durdu hepsini bıraktı
yanını/aklını herkese kapattı

dışarı çıktı
kendine yürüdü
kendini yürüdü
kadın..

--

karşı karşıya oturuken
hava kararırken
ilk yudum alınırken

kediler çiftleşirken
ihtilaller olurken


bilemem
-nereden bileyim-
ne renkti;
ne renge döner

kaburgan senin..

Kaapuz Balı

"Romandı onlar" dedi babaanem. "Karpuz diyemezlerdi ya da demezlerdi. Kaapuzdu onların karpuzu."
"O yaz sıcak geldi. Ekinler normalden de sarı."
"Hangi yaz ki babaane." sorunun cevabı muallak. Her anlatışta hikayeyi bir başka yaz. Sanırsın bir gençlik o yaz da geçmiş...
"Yalan söylenir mi? Yani söylenir de böylesi mi söylenir? Vallahi yalan değil. O sene bir karpuz verdi toprak evleri karartır. Yığdık ki kapının önüne gölgesinde kahve içerdi babam.." - "Turanhafız, babam. Turanhafız derlerdi babama. Fırıncıydı. Biz hiç hamur yoğurmadık ki baba evinde. Hep fırından geldi. Ben koca evinde öğrendim mantı açmayı. Baklava da açardım, bak şöyle..."
Sakin araya giren sesim "dur babaane, karpuzlar diyordun. O yaz karpuz ev karartıyordu."
"Hıı.. Tamam kaapuz. Karpuz değil. Geldik yığdık evin önüne. Bizim ev Alaca Çorum yolunda. Böyle alabildiğince kavak yol boyu. Kimbilir ne oldu o kavaklar. Ah o Çerkes kızı..."
"Babaane karpuzlar..."

"Unutuyorum ne anlattığımı da. Neyse... Aldık bir kısmını da yenecek gibi değil. Çok. Atacağız felan diye lafı geçmiş fırının orada. Romanlar gelmiş o sene."
"Nereden?"
"Bilmem", ağır heceleye heceleye bir bilinmezlik. Ben hayatta hiç bir şeyi öyle güzel bilemedim!

"Dur! Romanlar duymuşlar o karpuzlar atılacak. Gitmişler babama demişler atmayın yazık günah. Atmayın kaapuz balı yapalım.Biz şaşırdık. Ne ki kaapuz balı. Hani bizim oralar da asma bol. Üzüm balı biliriz, yaparız. Bunu duymadık, şaşırdık. Tamam demiş onlar öyle dediğinde babam. Yapın, yarısı bizim yarısı sizin. Sonra onlar bıçak istemişler, tarif etmişler nasıl olması gerektiğini."
"Böyle" babaanemin işaret parmağınca "bir sap, sonrada dışa doğru içten yuvarlak kenarları keskin bıçaklar yaptırdı Turanhafız, babam. Onlarında varmış malzemeleri zaar. Koydular tarlanın ortasına koca böyle tandır gibi sinileri" kolları yayıldı babaanemin sola sağa "üzerlerinde leğenleri" kolları dünya sanki!
"Vurdular bıçakları cıscıplak kaldı kaapuzların kabukları. Döktüler leğenlere. Topladılar saman, çer çöp.. Yaktılar sinilerin altlarını."
"Eee babaane çekirdekleri ne oldu karpuzların?"
"E süzüyorlar ya" hepimiz oradayız ya "kaynatıyorlar, süzüyorlar. Ne kaynadı, ne kaynadı leğenler.."

"Hadi bir çay veriver. Ah ah yazsam kitap olur."
"Olmadı ben yazarım babaane"
"Sen işine bak!"
"!"

"Bitti sonra. De ki leğenler günlerce kaynadı. Doluştuk ki başına sanırsın ayna. Aynaya baktık. Üzüm balı daha koyu. Bu açık.  Ayna sanki, suretine bakıyorsun."
"Kaapuz balında suretini mi gördün babaanecim sen?"
"Tek ben değil. Herkes gördü. Ama biz alışamadık tadına. Tenekelerce bal, tenekelerce doldurduyduk ya, alın dedi babam verdik Romanlara.."

"Romanlar bir daha gelmedi ya da ben hatırlamıyorum. Artık unutuyorum olanı biteni..."
"Olur mu babaane ya baksana aynaymış kaapuz balı onu hatırlıyorsun!"
"Evet ya aynaydı sanki..Böyle hepimiz doluştuk, baktık. Aynaydı, ayna.. Kaapuz balı.. Ah o yaz.."

gelecek nesil sentetik hibrit

hibritleşelim seninle
sen-tetik* olalım
küfür olsun adımız
gelecek nesillerin
diline dolanalım
hadi gel
şehri bu gece
herkes uyanırken
bir ucundan
diğerine dek yakalım

*kelimeci

bak bence ben

darp hane
hare
darp hareli gözlerini göreyim
gasp
edileyim...

bir ses gelsin öteden
hafif bir rüzgar essin
garson ne içeceğimizi önceden bilsin
masaya sen saki ol..

yıldızlar ışısın gökte
sanki gök çocuk bahçesi
koşturup dursunlar bir oraya buraya
tüm dilekleri gerçek olsun
bu gece içenlerin..

peynir hafif yağlı olsun,
kavun tatlı
bir kaç tabak meze olsun
ağzımızda fesleğen tadı..
sona kalan kalamarı sen ye..

etrafımızdan hayat aksın
tebessümle seyredelim insanları
bir anda kadehler havaya kalksın
yaksın az bir anason
sen suyunla yumuşat bağrını..

hafif sallana dönelim eve
yollar bize kıyak yapsın
baktık çok uzak geldi
parklar bize kucak açsın

oturalım sonra diz dize
ben seni dinleyeyim
tanıdık bir şarkı da eşlik etsin sana
ya da
sen eşlik et şarkıya
orasını sen bilirsin

gece böylece bitsin

darp hane
hare
darp hareli gözlerin daldırsın beni uykuya..

şehirlerin oyuncak ayıları - 2

bu kanal
ben(im) Aslı(m) öz(lendi)..
intihara meyletmiş oyuncak ayı
oyuncak ayı astıran kafalar
soğuk delip geçen o soğuk!
utrecht--özlemek--gitmek--gene yol--gene oyuncak ayı..

şehirlerin oyuncak ayıları - 1



önüm arkam sağım solum sobe


kaldırıma  sakladım yüzümü
 üzerinden
geçtin de
 gene bulamadın









Fotoğraf Babası: Mark Jenkins
sesimi kaybettim..
dünden beri biraz da olsa çıkan şen şakrak ve aynı zamanda da matrak tınılı sesim bu sabah 9.00 itibariyle tamamen kullanım dışı kaldı..
şimdiden özledim..

küpeşte

-den yedim rüzgarı
yalpa-yım yalpa

...

tek

"dayan tırnak ile diş ile
 ..
 dayan rüsva etme beni" Ahmed Arif 

tek tek gelin gözünüzü seveyim
yığılmayın bir anda
o kadar dayanıklı değilim
artık

bakmayın ses etmediğime

biraz saygı duyun en azından
ardımdan gelip indirmeyin
karşıma geçin
savunmam için biraz zaman verin

bakın görmüyorsunuz

görmüyorsunuz
ellerim kanıyor
kanıyor gözlerim
çığlığım boyuyor etrafı kıpkırmızıma
bakın tutamıyorum
gövdemi bacaklarımda
bakın asfaltı yaladım ben acıdan
görmüyorsunuz tamam da
can bu yanıyor bunu da mı anlamazsınız

hiç mi tanımıyor biriniz bile
artık
beni?

dayanırdım dayanırdım evet taş gibi
ama doldu sine'm çekemiyorum gayrı
arada zaman bırakın bari
çökeceksiniz madem üzerime..
..güçsüzüm,
nefessizim,
ciğerimden bir versem havayı
beş kere geri alamaz oldum,
adımımı attığımda yeri sallamayı bırak
yanımdan biri geçse
devrilir oldum
bu aralar kırgınım
toparlanamaz oldum
hepinize birden göğüs geremez oldum..

ağlayamaz bile oldummecalsiz kaldım
durdum
yapmayın
bugünlük yeter

rüsva etmeyeyim diye
sıkıyorum dişimi

rüsva etmeyeyim kendimi
yeter..

zihnim

bir bardak su.. bir sigara, bir sigara daha.. peki'ler.. pencereler..bugünün yaşattıkları, "yaşıyoruz"lar.. yaşıyor (mu) yuz? farklılıklar.. yarınsızlığın bugünü..

ve aslında "nasılsın?"lara cevap yok..
mavi var, yeşil var, mor var, kırmızı var,
da işte
renkleri ben yaratmadım..

kaldırım sesleri.. kaldırımların da sesi olur mu? suskunlukların büyüttüğü birşeyler var!

belli..

zaten
gökbebeklerin sığmaz bence
gözyüzüne,
sen git kendine
dondurma al..

içtenlik babadan mı araştırması

-uyandın mı baba?
-sence?
-sanki uyanmışsın
-...
-günaydın da baba dün biz seninle oturmadan önce ben birşeyler yazmıştım bloga, öyle yolla seninle evle felan ilgili..
-blok ne?
-blog baba "g" ile, ya internet üzerinden karalama defteri diyelim
-yazı kağıda yazılır, internete yazmak nedir? gerçi bu internet acaip birşey bak geçen gün baronun sayfasına girdim, benimle ilgili herşey vardı.
-evet de ben başka birşey diyorum
-sen bir çay alsana kendine bende içerim arada
-tamam da baba bir dinle ya
-evet
-neyse ben birşeyler yazmıştım, sende vardın içinde..
-sen beni yazacağına şimdi bir çay versen
-sen beni dinlemeyeceksin anladım
-saat yediyiçeyrekgeçe ancak çay içilir
-ben sana bir çay vereyim
-...
..
-nurun!
-efendim!
-bir de su versene içim yanmış
-tamam!
..
-al.
-sağol, sende içiyorsun değil mi?
-evet, hazırlanayım bir yandan çıkıcam
-tamam. nurun..
-efendim baba?
-yazı kağıda yazılır
-o ayrı bir tartışma konusu baba, nerden bildin ki kağıda yazmadığımı?
-defterini masanın üzerine bıraktın gece hala orada duruyor, ordan bildim misal, tümevarım
-ımm
-sen diyalektik nedir bilir misin?
-baba saatin yediyirmibeşinde ancak çay içilir
-işine gelmeyince çay oldu değil mi?
-ne yani senin de mi işine gelmedi de beni dinlemek hemen sabah çay içilire çevirdin lafı
-babçikler çevirir, yaffular çevirmezler
-ehe
-yeter laubali olmayalım
-biliyorum ayrıca diyalektik
-biliyorum bildiğini, biraz da bu açıdan bak istersen
-tamam
-tartışmadan ikna oluyorsun nerde diyalekt
-yok artık bu mudur çıkarımın?
-hayır tepkini ölçtüm
-anlıyorum da baba sana birşey soracaktım ben olay nerelere geldi?
-ben yarımsaate çıkıcam, adliyede işim var; sen yarımsaate çıkacaksın, işin var. olay bir yere felan gelmedi, süspanse ettim ben sabahı
-tabii tabii, lafı ağzıma tıktın
-tıkmadım muhtemelen yazdığın şeyle ilgili bir şey soracaktın bende okumadan bilemeyecektim, sabah sabah okusam da anlamayacaktım, vakit kazandırdım ben
-peki
-sabahları sergilediğin bu uzlaşmacı tavrı akşamları da sergilemeni isterim
-bugün pek bir dilbazsın baba!
-senden öğreniyorum, akşama ne yemek yapalım?
-konuşuruz
-tamam.. nurun
-efendim
-bir kaç gün kalıcaksın değil mi?
-kalıcam baba
-iyi..
-baba sen içten ne demek bilir misin?
-ben seni bilirim..
-...
-banyoda işin var mı?
-var
-o zaman 4dakika veriyorum sana
-tamam
...

baba ocağı

geldim, buradayım.. her milimini bildiğim odadayım.. yoldan geldim, yorgunum;
yoldan geldim durgunum;
yoldan geldim mahsunum..
bilmiyorum neden,
baba
bir çay koy da içelim..

camı açıyorum, içeriye dalı giriyor bizim ektiğimiz ağacın.. daha yeşilden geldim, yorgunum;
içerimde bir kıpırtısızlık
        itsen düşmem
        çeksen sünmem
        seslensen görmem
        baksan duymam
yoldan geldim durgunum;
dağıtmışım gitmeden en son odayı, gene ne arasam buluyorum, benim ki de kara düzen,
çay kesmedi baba
bir kadeh de bana versen..

balkona çıkalım mı? rüzgar eser,
kuraklık çökmüş buralara, kurudum
iki de buz atsan içim serinler,
yoldan geldim mahsunum;
babam
az konuşalım mı?

yansıtıyor alayı insanların
yansıtıyorlar her şeyi
artık üzerimde yığılmasın diyorum şehrin bu keşmekeşi

vakit tamam gideyim tekrar ben

zul oluyor gayrı bazı şeyler, bir de
yoldan geldim yorgunum; geldim ya  baba ben o yüzden yorgunum;
anlamışsındır sen..
tekrar yola çıksam dinlence
ama rakıyla
da
yol gidilmez zannımca
o zaman
susalım az,
bir kadeh daha ver-
-sen..

dedim ya baba
geldim...
yor-
gunum..
bakma sen böyle nemrut durduğuma,
bir bilsen nasıl özledim..

?

siz hepiniz birlikte iyisiniz
ben iğretiyim
siz hepiniz çok çok iyisiniz
ben değilim

ben burda iyiyim
bir süre geri dönmeyeyim...

siz hepiniz
şehrimden gidene dek
ben
buralardan
dönmeyeyim..

kendime arkadaş da yaptım dün gece
ardımda ki ormandan
kayın ve çammış isimleri
öyle bir sarıp sarmaladılar ki beni
ne çamın dikenleri
ne kayınının yapış yapış bedeni
rahatsızlık verdi..

sessiz sessiz oturduk işte beraber
bir çoğunuzdan daha güzel sohbet ettiler
zaten oralarda da özleyen çıkmaz beni
ama çam bana söyledi
kayın dallarıyla destekledi
onlar özlermiş beni..

geri dönmeyeceğim ben bir süre
siz hepiniz insan
ben
alt tarafı ağaç...
hazan mevsimine dek yaprak yaprak...

yol-a

her şey iyi
herkes yolunda
zaten
en güzeli
çam ormanı
ağaç
olmaya
gidiyorum
bir başıma..

dört başı mahmur
birşeyler var oysa etrafta,olsun,
herkes iyi
her şey yolunda...

ahh

öyle bir yazıyoruz ki
dünya
titrek
dünya
dün-
ya
dönüp bakıyor

-tirim tirim titriyor..

sırtın
en güzel düş
sana sarılmak
sana sarılmak

-tirim-

sana sarılmak
dünya

bura da
olmasan da..

çünkü
eller var
parmaklar var
uzanan bacaklar
var
bedenler farkında olmayan soyunmalar var

an be an'lar
ah
var

ah
ah
ahhh
ahhh

ektik bari biçelim

bak duruyorum ben

öyle olduğum gibi.. duruyorum neyim var neyim yok..
herşeyin farkındayım, senin bile..
de
yüzüne bakmam ben, bakmam...

oysa
yüzündür yaşatan... gülümsemen...

ama sensiz
hiç bir şeye benzemez her şey..

çok canım yansa da; keyfe keder hayatında, hayatım durur..

ben öyle bir güçlü..
kimse anlamıyor...
gene sen anla...

sevmek böyle bir şey.. ben seni seviyorum ya...

"sanma ki hikayesi şu titreyen dalların düşen yaprakla biter...

..." zeki müren
şehirde de
ciğerlerimde de
hava
kalmamış sanki..

hadi
sigara içelim...

sesim

ben
kendi sesimi
tuttum
yuttum
evet
kediler
tutmadılar ama...
kurbağa bile..

kalma

fesleğenden, rakıdan
ve
adamdan kalmayım
daha günü başlatmadım
ben
akşamda kalmayım..

ileyi-

adının harflerinden arındırsam kendimi

hecelemelerim
eğreti
kalır
ne kadar göndersem
o kadar büyü(r)sün

çocuksu(n)-sun

gece geldiğinde
kendimden kalanlarla sarhoş
elinden tutup
döverim
senin üzerine
çökenleri
kimse tutmaz kimseyi

çünkü sokakta
çocuk
çocukta
sokak oldum
sanırsın
içinden dışarı
çıkmışlığın yok halbuki

ben ise seni
adım gibi taşırım
bilmezsin

ben taşıdıkça
sen anlamsız öfkeli
gereksiz yere
halbuki,
kendi
ni
sindirirsin

kalanlarınla
şehre kusarsın bedenini

kalırsın
öylece
kendine
beni de atarsın
bir yalnızlığın
bir ke(n)di
lerin
baki

delersin içerinden
dışarına doğru bedenini
parçaladıkça yitirirsin
değerini,
ben bakarım
.dibi olmayan bu kuyu
.karanlık
.ayaklarımdan yüzüme doğru hafif bu esinti
.bu aşağı mı demek
.demek düşüyorum
.bu kadar yavaş mı?
.ayaklarım yere basmıyor
.ne yöne gidiyorum ben
.başka neler düşünebilirim, düşünmeliyim
.bitmeden herşey
.çok mu gerek?
.serin, karanlık
.......bitti galiba



*bilinmez 2000

tabula rasa

en acaip biçimidir
"eternal sunshine of spotless mind"ın
tabula rasa..
daha bir silinmiş
daha bir-
dir..

beklerim farfara

herkesin yazdığı
tekhece kelimeler bile
içleyecek de ciğerini,
benimkiler
teğet geçecek şakağına..

herkesin dediği söz
delecekte kulak zarını
benimkiler
ulaşamayacaklar dahi yankına..

herkesin bir bakışına
kalacaksın da hasret
fikrine bile değmeyecek
benim cemalim..

herkes bir
parça
olacak da içerinde
ben anca olabileceğim
öylesine bir yerlerde..

ve
o herkes
gönderi
gideri
olacak da enin(d)e sonun(d)a
bir ben kalacağım
her yerinde,
sende,
o delikte,
seninle
sade-
ce
..
ben işte o güne dek beklerim
farfara...

söyle farfara

can
bezmiş
teninden
tininden
külliyen kendinden
geriye
kalmış
harcanacak
bir kaç
bozuk an
onu da bitirirse
ne kalacak
farfara
benden?

dur

bak yıkılıyor
etrafımda
her şey,
yığılıyor üzerime
sanki tüm şehir!
kırılan camlar giriyor
retinama,
göğsümü yarıyor
elektrik direkleri...
sokağın
bütün
lambaları,
ayaklarımın altında!
sarmaşıklar,
kollarımın
filistin askıları..
kaçmak yok kaçmak imkansız
kaçamaklara kapalı
bu talanı içimin.
içerimde bir sancı
kanımın tadı
sokaklara
dağılıyor
ah  gecenin
tüm aktarları
şamanlara veriyor
gerekli otları
kazanlarca ilaç kaynıyor
yaralarımın üzerini
kaynar merhemler kaplıyor!
yaşatacaklar beni
sonra tekrar başlayacak
üzerimden
şehir
yağması...
gözlerimde
yaş yok
ağlamıyorum bile
ama bu tarifsiz sancı,
ağrı..
ciğerimde
nefes yok
bacaklarımda hacet yok yürümeye
kaçmak imkansız
kaçmak yok
kaçamaklara kapalı
bu sancı..
sanki
çağlar boyu
yatıyorum savaşarak olduğum yerde,
şehir
aynı
teranede..
sürekli yerle bir
sürekli yer içerimde
sürekli asfalt
sürekli her şey
yığılıyor
üzerime..
gene şamanlar
etrafımda ayinde..
sesim de çıkmıyor ki bağırayım,
inliyorum sadece
inim
oluyor
tüm şehir..

şehir cereyana tutuluyormuş gibi
titreyen parmaklarımda,
şehir kavruluyor
kurumuş dudaklarımda.. bir yudum su!
bedenim yığın
şehir kıyım..

bitsin artık!
sonlanmıyor döngüsü..
dayancım da kırılmıyor
bir türlü!

içerimden
sürekli yalvarıyorum
tutman için
elimi..
sanki sen tutsan
geçecek
şehrin deliliği..

ama
sen de şehirdesin
şehrin tam göbeğinde,
yarıyor caddeleri
elinde hoyrat savrulan kırbacın,
sen ediyorsun şehri talan,
sen salıyorsun üzerime tekrar tekrar şamanları..

elimi tutman için yalvarıyorum,
sökmen için şu sarmaşıkları..

dur
ben
sadece
seni
sevmiştim
ya..
dur tamam elimi de tutmasan olur,
bakmasan da olur yüzüme..
bırak şehri
bırak
kendine..
dur yeter
bitsin artık
bu sancı..

ben sadece
tesadüfen rastladım sana
ötesi yok,
dur tamam sarmaşıkları da bırak
kalsınlar üzeirmde..
sade gönderme artık
beni iyileştiren şamanlarını..

hemmikrobum
hemaşımolma gayrı..

bırak artık
dursun
artık
bu
ağrı..